24 Aralık 2012 Pazartesi

Yabancılaşma

İçinde bulunduğun hayatlarda suça iştirak etmenin bir yolu da kayıtsızlıktan geçer.

Sonunda oradan gittim. Öyle sakin, usulca değil ama, Celine'in sözleri aklımdayken nasıl sakin kalabilirdim hem; 'Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Zaten önünde sonunda her insanın başına gelir bu, sizi sınıflandırırlar.'

Hayal kırıklığı!

Boyalı ellerimden akıyor, en çok da koyu bir kırmızı. Bu kırmızılıkta yapılan her resim başkalarının gözünde beni sanatçı yapıyor. Zaten her anne kızının bir gün kendi hayallerini gerçekleştireceğine inanır. Benimki de inanıyor. ''Ağlasana biraz!'' diye bağırdı bana bu sabah, ''yıllarca bekledim belki yalnızca büyüdüğün zaman ağlayabiliyorsundur diye, dünyanın en sakin kız çocuğuydun sen hep. O yüzden de büyüyemedin hiç, baksana.''

İnsanlar konuşuyor, sürekli kendilerini anlatıyorlar, bunu kimse fark etmesin diye de çeşitli yollar deniyorlar. Ben görüyorum, herkes görüyor ama kimse bu deliliğe sesini çıkarmıyor. Başkalarından söz eder gibi kendi aşağılık egolarına kan pompalıyorlar. Bozuk kan hala hayatta olanları yavaş yavaş öldürüyor, zaten ölü olanlar içinse bir şey fark etmiyor. Onların istediği şekilde başlamadıysanız söze, cümlenizi tamamlamanıza izin vermiyorlar. Bu kadar esip gürlemeleri de bu yüzden. Onlar dile getirmediği sürece başkalarının cümleleriyle yaşıyor oluşunuz da tam bir rezillik hem. Önce onlar, hep onlar! Hem en çok canı yanan da onlardı, umursamazlıkları bundan. Yine de bu kadar az klişeyle bu kadar çok konuşmaları bozuk kanın bütün damarlarını dolaştığının kanıtı.

Kukla gibi bir adam sevmiştim bir keresinde. Herkes çirkinliğini konuşurdu. Şaşılacak bir şey yok, sahiden çirkindi. Çok az konuşurdu, çok fazla sigara içerdi, kim azıcık gülse yüzüne kapılır giderdi. Gidilecek başka bir yer hep vardı. Başka da bir şeye gerek yoktu. Kollarımda ağladığını hatırlıyorum, ağlayan adamlardan nefret ettiğim yıllardı. Tanıdığım bütün adamlardan daha güzel şimdi O. Ağladığı için değil, hayır.

Dünya korkunç bir hızla dönüyor. Gözlerim kararıyor, kulaklarım uğulduyor, bu uğultunun nedeni olan tanıdığım bütün kadın ve adamlar biranda çirkinleşiyorlar, midem bulanıyor. Zaman ilerledikçe insan kimin gerçekten yardıma ihtiyacı olduğunu düşünmeye başlıyor, kendinin mi yoksa kendine bunu yapanların mı?

Üzgün değilim. Sağ göğsümde aldırmayı düşünmediğim bir kist var yalnızca.

13 Aralık 2012 Perşembe

Bir yaratma eylemi olarak ölüm / The Fountain


Eğer algı kapıları temizlenseydi
her şey insana, olduğu gibi
görünürdü: Sonsuz.
*William Blake

İnsan asla yeterince cesur olamıyor. İçinden yaptığı konuşmaları, duymak istediği şekilde gerçekleştiriyor, kendine hayran kalıyor, O'na hayran kalıyor, sonra kendisi tarafından kandırıldığına tanık oluyor, o saatten sonra da başına gelen tek iyi şey farkındalık kazanmak oluveriyor. Başka türlüsü mümkün olsa, yani, birisi çıksa ve yüksek sesle dile getirse tüm bunları, bir başkası önce ölülerimizi gömelim, şafakla devam ederiz çarpışmaya dese, ölülerimizi gömsek, ama sahiden usulünce gömsek..
Bana yanıt verilmiyordu. İzlediğim hiçbir film, okuduğum hiçbir kitap, hatta Proust'un kitapları bile hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Bunlar gerçekten önemli şeyler değildi, yani hayatı bir intikam gibi yaşıyor oluşumuz.
Çok sevdiğim bir kadın pişmanlık dolu iç çekişlerime karşılık şöyle sormuştu geçen gün:

-Bitti mi, ödeştik mi?

-Beni iki vücut bir olup meydana getirdiniz ama ben kendi başıma kaldım, dedim. Bu yüzden hayır, ödeşmedik.

-Peki aldın mı intikamını, yeter mi?

-Hayır yaklaşmadı bile.

Bedensel ölümden bağımsız bir bilinç mümkün, ölüm içgüdüsüyle çatışan, gerçek bir bilinç, biz ona inanıyoruz. İnancımız kaynağını köksüzlükten alıyor. Yani her şey mümkün ve bilinçaltında bir yerlerde hayat buluyor, olması gerektiği gibi. Anneme hayır, henüz bitmedi derken aklımdan geçen nelerdi bilmiyorum, şimdiyse Jung'ın Gölge'si olmaktan kaynaklı bu huzursuzluğu üzerimden atamıyorum.

Göze alamadıklarımız yoruyor bizi, yaşadıklarımız değil. Doktor haklı, 'bütün hayatımız eksiksiz olsun diye çabalıyoruz.'

Az sonra başınıza gelecekleri bir düşünün. Kafanızın içinde ulaşamadığınız bir yer var, yüzük taşıyan sol elinizle oraya hemen şimdi dokunursanız karınız akşama bir bebeğiniz olsun isteyecek. Yüzüksüz elinizle oraya ulaşabilirseniz karınız çoktan ölmüş olacak. Birbirine dolanmış hayatları kıskanıyorum. Ölü kadınları kıskanıyorum.

Size tavsiyem, bu filmi başkalarının sözcüklerini kullanmadan yeniden okumanız. Size ait olanı tereddüt etmeden geri almanız. Ancak o zaman dinlediğiniz müzikle kişisel tarihiniz üzerindeki şüpheyi ortadan kaldırabilirsiniz. 03, Tree of Life; başın geriye düşüp ölümünü kendi omuzlarında taşıması. Gitmeliyim. 06, Xibalba; Hayır onu asla bulamayacaksın. 08, Finish it; Başkalarının hakikatine uyanmayı bırak, bitir onu.

Bitirin. Yoksa henüz tamamlanamadan oracıkta çürürsünüz.


Kalemkahveklavye: Elfaz Dergisi 2 / Muallak sayısında yayınlanmıştır. http://kalemkahveklavye.blogspot.com/2012/12/elfaz-dergisi-2muallak-yaynda.html

11 Aralık 2012 Salı

Sun Ra


Müzik dünyayı değiştirmez, sadece stabilleştirir, bu daha önemli... Bir kadını stabilleştirmek çok zordur, müzik bunu dünya için yapıyor.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Rüya (2 Aralık 2012)

Bu rüyayı yazıp sonsuza kadar hafızamdan söküp atmakla, yazmayıp O'na dair kalan son birkaç hayal kırıklığını daha ortalıktan kaldırmak arasında uzunca bir süre düşündüm, yani iki saat.


***
Amerikan filmlerindeki hapishanelere benzeyen yapıların arasında hızlı adımlarla dolaşıyorum. Başlarda hangi yapının arkasında bir çıkış var acaba diye başladığım bu dolaşma eylemi sonraları çıkışları bulamadıkça yerini bir endişeye bırakıyor. Burası bir labirent adeta. Oradan oraya koşarak geçirdiğim bir yarım saatin ardından üniversite öğrencilerinden oluşan bir grupla karşılaşıyorum. Beni görmezden gelip yanımdan geçip gidiyorlar. Köşeyi dönmeden onlara yetişiyorum ama birden gözden kayboluyorlar.

Çıkışı aramaktan vazgeçtiğim bir anda tel örgülerle kaplı bir metal kapının açıldığını görüyorum, kapının ardında saatlerdir etraflarında dolandığım benzer binalar var. Eşikte bir adam görüyorum, daha doğrusu 20-22 yaşlarında, genç bir çocuk. Benden en az 3 yaş küçük olduğuna eminim. O'nunla konuşmadan o eşikten geçip gitme arzusuna kapılıyorum. Zaten o da pek benimle ilgileniyor gibi görünmüyor. Yanından geçerken aldığım koku inanılmaz bir arzuya kapılmama neden oluyor. O'nu öpmek istiyorum, arzumun şiddeti artıyor, ne olursa olsun onunla yatmalıyım. Tam önünden geçerken sağ elimle O'na dokunuyorum ve öylece geçip gidiyorum. Arkama bakmaya korkuyorum, O'nu bir daha görememekten korkuyorum. Daha fazla bu endişeyle yaşayamayacağıma emin olup arkamı dönüyorum, yok. Üzüntüyle yoluma devam edeceğim anda karşımda onu buluyorum. Gidelim diyor ve elimden tutup beni çekiştiriyor. Binalardan birinin içine giriyoruz, bu soluk renkli taş binaların içi nasıl oluyor da böylesine renkli olabiliyor diye şaşkınlıkla etrafı incelemeye çalışıyorum. Beni yine elimden çekiştiriyor, bir odanın kapısını açıp içeriye itiyor beni, bekle diyor ve kapıyı üstüme kapatıyor. Rengarenk koltuklar ve tavana kadar uzanan dolaplarla kaplı bir odadayım. Kanepelerden birinin üstüne bir kutu var, açıyorum. İçinden platin sarısı saç boyası çıkıyor. Boyanın yanında bir düzine serum var. Serumların içi de sarı sıvılarla dolu. Üzerlerinde, ''renk pigmentlerinizi sabitlemek istiyorsanız bunları da kullanın.'' yazıyor. Nedense bu kutunun Bade İşçil'e ait olduğuna eminim. Hatta bana kızacağını düşünüp paketi toparlamaya çalışıyorum.
O sırada odanın kapısı açılıyor ve üç adam giriyor içeri. Üçünü de tanıyorum. Şaşkınlığımı belli etmeden bir şeyler söylemek istiyorum. İkisi dolapların arkasına doğru yönelip gözden kayboluyor. O ise bana doğru yürüyor. Mutlulukla kızgınlık arasında gidip geliyorum. Ama kesinlikle O'ndan nefret ediyorum. Emin olduğum tek duygu o an için nefret. Bana bir dizi saçmalıktan söz ediyor, her bir kelimesi O'na olan nefretimi kesin kılıyor. Başka türlüsü mümkün değil. O'nu birdaha görmek istemediğimi söylemek istiyorum ama bunu dile getirmek bile büyük bir zaman kaybı gibi geliyor bana, sadece oradan çıkıp gitmek istiyorum. Sağımızdaki dolabı basit bir kuvvetle O'nun üzerine yıkıyorum. Arkama bile bakmadan odadan çıkıp gidiyorum. Eşikteki çocuk çıkıyor yine karşıma, artık onu arzulamadığım gibi kendimden de utanmaya başlıyorum ama onunla öpüşmek zorunda hissediyorum kendimi. Tam öpüşmek için ona yaklaşacakken elinde Wilhelm Reih'ın 'Dinle küçük adam' isimli kitabını görüyorum. Kitabı yıllardır sır gibi sakladığım kütüphanemden çaldığına eminim. Kitabı açıyor çocuk, rasgele olduğunu düşündüğüm bir sayfayı açıp kitabı bana uzatıyor. Altı göz kalemiyle çizilmiş satırları gördüğümde kitabın bana ait olduğuna emin oluyorum. İçeri dön ve O'na oku diyor. Hipnotize olmuş gibi gerisin geri elimde kitapla odaya dönüyorum. Devirdiğim dolabın altında kanlar içinde yatan adama şunları okuyorum;

''Ve bu yüzdendir ki çocuklardan nefret eden bir öğretmensin. Gelişme yok sende, yeni bir düşünce geliştirmene olanak yok, çünkü sen yalnızca aldın bugüne dek, bir başkasının gümüş tepside sunduğu şeyi kaşıkladın yalnızca. Bunun neden böyle olduğunu anlayamıyorum diyorsun öyle mi? Ama başka türlü olamaz ki? Bunun nedenlerini ben söyleyebilirim sana. Küçük Adam, çünkü sen, bir hayvan gibi huysuz bir halde bana geldiğinde tanıdım seni; seni o halinle gördüm. Büyük bir boşluk ya da güçsüzlük duyduğun, ya da ruhsal akılsal sağlığının en bozuk olduğu anda geldin bana. Böylece, seni tanıdım. Sen yalnızca çorbaya kepçe daldırmasını bilirsin, yalnız almasını bilirsin sen. Bir şey yaratamaz, veremezsin. Çünkü temel bedensel davranışın sürekli olarak kendini tutmanı ve kin gütmeni gerektiriyor; çünkü içinde gerçek ve doğal sevgi ve verme duygusu uyandığında birden paniğe kapılıyorsun. Sendeki alma eyleminin temelde yalnızca bir anlamı var: Kendini büyük bir oburluk içinde parayla, mutlulukla, bilgiyle doldurmak istiyorsun, çünkü kendini boş, aç, mutsuz hissediyorsun Küçük Adam; gerçekten bilgili saymıyorsun kendini, ya da gerçekten öğrenmek istediğine inanmıyorsun. Gene aynı nedenle hakikatten kaçıyorsun.''
***

28 Kasım 2012 Çarşamba

28 Kasım 2012




Fotoğraftaki gizli objeler:
-Adgar Allan Poe baskılı bira kapağı. Birasının tadı korkunçtu.
-El değmeden üretilmiş 1972 yılına ait 'In God we Trust' yazılı Amerikan bozuklukları; 2 one cent, 1 one dime, 1 half dollar, 1 five cent, 1 quarter dollar.
-Arkasında Kızılkule, Alanya baskısı olan mor yazılı 250.000 Türk lirası. Başkan yardımcısının imzası Atatürk'ü işaret ediyor.
-Gidiş-dönüş alınmış ama sadece gidiş olanı duran New York uçak bileti.
-Otel çalışanlarının kullandığı yaka kartı, Hospitality service provider, isim kısmında 'Leni' yazıyor.
-42 adet İdo bileti.
-34 adet Kamil Koç otobüs bileti, biri Antalya, kalanları İstanbul-Çanakkale yolculuğu.
-Pink floyd Meddle albüm kaseti, Unkapanı'nda çoğaltılmış, kapağı kırık, sanırım biri üstüne basmış.
-2'si aynı kişiden 3 adet mektup.
-Bir alışveriş listesi, 10 Ocak 2012 tarihli, anladığım kadarıyla fırında levrek yapmışım ve yanında beyaz şarap içilmiş. Savignon Blanc üzümleri.
-Nereden geldiğini bilmediğim bir golf eldiveninin sol teki, bayanlar için.
-Harley Davidson botlarımın hiç kullanmadığım yedek bağcıkları.
-Sadece ilk iki sayfası işlenmiş bir pasaport, süresi dolmuş, yeniletmek gerekiyor.
-İçine peçeteler sıkıştırılmış bir converce anahtarlığı, bir şekilde ıslanmışlar ve peçetelerde yazanlar okunmuyor.
-Paslanmış divit uçları, kalemini bulamadım. Mürekkep hokkaları akmış, sadece mavi ve kırmızı olanlar delinmeden sağlam kalmış.
-Yarısına kadar kullanılmış 5B resim kalemi, hangi resimde kullandığımı çok iyi hatırlıyorum.
-14 parça lego, 8 tanesi çatıya ait kırmızılardan.
-Biri 2.5 diğeri 2 numara olan iki adet alto saksofon kamışı.
-O'nun kalemi, 1. sınıf genel matematik dersine çalıştırdığım gün bende unutmuştu.
-1.7 oz, 50 ml'lik Lancome'un Miracle parfüm şişesi. Tamamen boş.
-Beethoven'a ait, The Spirit of Freedom cd'si, 1 dolara alınmış, özel kutusunda. Benzer şekilde Mozart'a ait, Musical Masterpieces cd'si, yine 1 dolar.
-Bir taş parçası, Drakula'nın Transilvanya'daki şatosundan gizlice kopartılmış. Bunu yalnızca iki kişi biliyor.

Kalan eşyaları ben de okuyamıyorum buradan, silik kalmışlar. Uygun toprak bulduğumda gömeceğim hepsini.

23 Kasım 2012 Cuma

Where the Wild Roses Grow


Avla avcının mesafesi daraldığında, hemen gidelim dedim O'na, biran önce yanımıza alabildiğimiz kadar düş alırsak zamanın içinden akıp geçmemiz an meselesiydi. Cevabı 8 ay 19 gün dallanıp budaklandı..
-Gerillasın sen, habire vur-kaç.
Ancak böyle var olabiliyordum tabi ben. Yine kelimelerle birbirimize saldırıyorduk işte. Çatışıyorduk. Kendimizle ya da birbirimizle, hala bilmiyoruz. Aynı anda kaybediyoruz. Haklı olduğu bir diğer konuysa yan yana gelmemizin bile büyük bir risk olduğu. Artık bunu biliyoruz. Beni en kestirme yoldan susturmak istemesi de bundan. Bu şekilde susturularak insan eninde sonunda bir yerlere varır sanıyordum..
-Bana saldırmayı seviyorsun.
-Daha yapmadım bile.
-Kelimelerinizin o çok güvendiğiniz gücüyle yapıyorsunuz bunu bayım, devam edin. Buna son verdiğiniz gün fırtına kopacak ve öleceğiz.
Kesinliği olmayan bir cümleye tek bir noktayla kesinlik kazandırılabilir. Muğlak olanın yere basan ayakları, toprağa saplı kökleri  muallakta kalanın dallanıp budaklanmış benliğinde can bulabilir. Gel beni bul beni bul beni bul!
-Şüpheliyim.
Çocuktum ben, sahi gerçekten anlamadı mı? O da eskiyenlerdendi.
-Eskittiniz, sen ve senin gibiler.
Biz aynıyız, kadınlar, hatırladın mı? Hepimiz birbirimizi çağrıştırıyoruz, çünkü hala yaşıyoruz ve yaşatamadıklarımız bir türlü bizden intikam almayı başaramıyor. Bu da bizi biz ve bizim gibiler yapıyor. Bu harika bir şey. Orijinali benzerinde koruyabilirsin, orijinalinde değil.
-Evlenelim mi Gülcan?
Hafta bitmeden yitip gitmezsem, elbette!
Kaç farklı soru, kaç farklı yanıt bulursa bulsun her birini yaşamış gibi oluyoruz. Sorular değişiyor, yanıtlar değişiyor ama sonuçları hiç değişmiyor. Yalnızca diğer bir ihtimali düşünüp kendimizi iyi hissediyoruz, diğer ihtimalin bir diğerinin aynısı olduğunu bilmeden. Geride kalanları görünce apar topar siktir olup gitmek isteyişimiz bundan.

21 Kasım 2012 Çarşamba

November


Kendine yeni bir hikaye arıyordun, ne zaman sana hayır desem hikayen yarım kalıyordu. Tutulduğun anksiyete nöbetlerini başka nasıl açıklayabilirdik ki sevgili Tan? Huzur içinde uyu.

15 Kasım 2012 Perşembe

Ben varım.


Tarihi kazananları yazmaya başladı kenara Eroica, siktir olup gitmeden hemen önce not etti bak bunları. Orospu çocuklarından söz etmedi, gerek yoktu. Çok değil, şurada birkaç saat sonra unutacaktı zaten onu kimlerin geberttiğini, kanına girenleri, kanına girdiklerini.. 

Sol kolumda gereksiz bir ağrı, kedi kafasıymış meğerse, ağır çekimli yaşıyorum hep, algılamam zaman aldı bu yüzden, zayıf kaldı. Yalnızlık çekiyor. Seni mi? Efendim? Kedi diyorum, yalnızlık çekiyor. Ha, o mu diyorum, kucağımda uyumak istemesi bundan. Sessizliğe tahammülü de yok, hayret bi şey! Sıkılıyorduk, iki meyveli yoğurt açtık, muzlu olanı ona verdim, hiç sevmem. Bana mı sordum muzlusunu alırken. 

Anesthetize'dan bir ahh geldi, bileğindeki çekici düşürdü ayağına, başparmağına. Gerizekalı. Bu yüzden geç kaldı yine, sütlaç yapmaya karar verdi, çiçek ekse daha iyiydi, pişmiş pirinç tohum vermezdi. Beetle bunu duyunca ayaklandı, iki yaprak bir olup saksıya dayandı, köklerini topraktan sıyırdı, üstümüze yürüdü. Ice tea mango verdik ona da, bir dikişte bitirdi, ağaç oldu. Evrimini duyan Darvin dayandı kapımıza, bize mutluluğun resmini çizdi. Ben beğenmedim pek ama Leni resmi görünce ağladı, histerik orospu. Sonra da resme tırmandı, ayağı taşa takıldı, resimden düştü, sol kolunu kırdı. Taşı sıktı Eroica, içinden acıyı çıkardı. 

Ayak uyduramadığımızı fark ettim, Anesthetize'ın gemisine bindiğim gibi suya atladım. Gemi biraz su aldı. Ben iyiyim sandım. Asmadan ölmeyeceğim! B rh(+) kan grubum, bi bok bilmiyorsunuz. Ama katlin vacip oldu artık. Sen bana mı baktın?

Yalan olmuş bir hayatın nafile çırpınışları gibi bu laflar, sen ne halt ettiğini sanıyorsun? Bana kırılan hayallerin çıkardığı sesi tarif edebilir misin, müzik kulağın iyiyse yapabilir misin? 
Biri beni sevsin. Histerikli orospu! 


Toparlanalım önce, bunu tolere edebiliriz. Yengeç'e gideriz, hemen şimdi, biralar benden, haydi.. Sevgiler ve öpücükler..

photographed by Alpay Küçük

13 Kasım 2012 Salı

Geriye, başlangıca.



Ben burada oturuyorum, tek başıma. Arada yanımdan geçenler oluyor, dönüp bakanlar, bakıp daha hızlı adımlarla yoluna devam edenler, bir de iki adım sonra tökezleyenler.. Ben, köklerinden kurtul, onlar gibi olamazsın artık sen, denildiği halde bana, Türk kadınının gözlerindeki endişeyle caddelerde yürüyorum, belki de bunu işitiyorsun.
Şimdiye kadar olması gerekeni yaptığımız gibi, geç kaldığımız günlerin acısını çıkarmak isteyişimiz, sonra birden düşmemiz gibi. Düşüp yeniden ayağa kalkmak istemeyişimiz, yerin dibine sokacak olanı bekleyişimiz gibi, kimseye hiçbir şey anlatamayacak olmamız, kabullendiğimiz halde beklememiz gibi. Sonra o bir kişiye dünyayı dar etmemiz, zaten dünyanın dar olduğunu idrak etmemiz gibi.
Soru sormayı bırakalı bir asır var, bu böyle olmamalıydı demeyi öğrendiğim günden beri içimi kemirmekten başka yaptığım hiçbir şey yok. Üstelik birine; 'gitme kal' derken, kendime; ne yaparsan yap asla geri dönme diyorum, mesele çok basit, aklı başında biri olarak kalabilmek adına tüm çabam. Şimdiyse yorgunluktan ölüyorum.
Sev beni, sev! Yalvarırım beni sev..


O gece Kadıköy'de karşımızda iki yol vardı, biz aynı sebepten karanlık olanı seçtik. Birbirimize güvenmediğimiz için, biri diğerini yarı yolda bırakamasın diye aynı karanlık yola el ele girdik.

5 Kasım 2012 Pazartesi

Beat Generation Blog Okurlarına;


photographed by Alpay Küçük

''Elim ona ulaşmıyordu. Elime bir şey olmuştu. Çok kirliydi. Dünya kirliydi herhalde. Tırnaklarım uzamıştı. Kök rengindeydiler. Köktüler. Birisi beni ekmişti. Toprakta büyüyordum. İlk kez ayaklarımı gördüm. Ayakkabılarımın uçlarından tırnaklarım fırlamıştı ve dışarı doğru büyüyorlardı, ve kök rengindeydiler. Tüm bedenim büyüyordu. Yüzüme dokundum o da büyüyordu. Başka bir yüz halini alıyordu.''
*Lawrence Ferlinghetti, Her.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Famous Blue Raincoat




Yokluğunu düşündüm, hiç canım yanmadı. Sana anlatabileceğim pek bir şey kalmadı. Seni yenmeme gerek kalmadı. Sabah olduğunda beni aramana gerek kalmadı.

16 Ekim 2012 Salı

Sour Times


Korkunç kuralları olanlar, yıldızların ağır çekimde de kayabileceğine inanmayanlar, filmin sonunu getiremeden sevişenler, yalnızca bugüne inananlar, iki ordu bir olup masa başında savaş kazananlar, her şeyden habersiz kentin sokaklarında emin adımlarla yürürken öldüler.
Sen, izlemeye devam ettin.

Paltonun yakasını sanki soğuk varmış gibi, üşüyormuş gibi kaldırdın. Ayakların birbirine dolaştı, düşmeden hemen önce var gücünle seslendin; sev beni, ben seni uyandırırım.
Sesin çatladı ve öksürüğüne karıştı, rüzgarın şiddetiyle yön değiştirip bana sarıldın, kimse bizi görmedi.

Bizler ancak kendi kurmaca öykülerimizle hayattaydık.

Üşümemek için müziği açık bırakır, gözlerimizi boşluğa dikip fincanlarımıza uzanırdık. Bir anda karanlık çökerdi odaya, çok geç kalırdık.

Şehri tamamen kaybetmeden gidelim derdim sana, nüfus düşüyor, bunu kimse bilmiyor.
Başkaları tarafından arzulanan kadınları sevdikçe sen, O'na yüklediğin kalıcı değer hep aynı yerde tutacak seni. Sadece beni düşünsen de olur diyeceksin yine, hissedeceğinden kuşkum olmayacak.

En az bir gün daha orada kalacaksın. Başka türlüsü zor, ağlayan bir kadınla sevişmek yerine, sevişirken ağlayan kadınları tercih etmek kadar politik...

Yaşam denilen şeyin üstesinden gelebildiğimizde, yapılacak işler birikecek. Birden, elin göğüs kafesinde, içinde her şeyin yıkılıp çöktüğünü göreceksin, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Tek kelime konuşmadan anlaşacağız, son bir kez uyanacağız, doğmamış olarak.
Kim bilir belki de sahiden, kendini gizleyerek zaman algını yitiriyorsun. Kendi kendini kandırarak, sessizliğe terk edilmiş bir enkazı devralıyorsun.

Yine de bir yol buluyorum, sana ait olanı, küçük bir çerçevenin dışında hiç kimseyi önemli kılmayan donuk benliğimden bir gecede söküp attığımda, yarın olduğunda, uykumun ortasında alçak bir sesle, bir kez daha aynı cümleyi tekrarlayıp, açık kalan müziği kısıyorum, nobody loves me.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Açık oturum



Toprağı dinliyor.
-Nasıl yani?
Orada öylece oturup durmuyor, giydiği oyuncak bebek elbisesiyle yeni bitkiler ekiyor. Biraz büyüyüp kurusunlar diye kendini detaylara gömüyor. Yeteri kadar derine kök salamayan her bitkinin sonu da budur hem. 3 ay önce ektiği limon ağaçlarını bir düşün. Hepsi gerçek, hepsi ölü! Öyle şeyler söyledi ki onlara, botanikçi kadın bile görünür bir ölüm sebebi bulamadı. Önce gölgeleri kaybolmuş ortadan, öyle söylüyor.
-Zaten yağmur yağıyor, bitkileri sulaması neden?
Tam bir yalnızlık öyküsü bu. Bir başımıza kaldığımızda kendimize anlattığımız türden. En az yedi sekiz kez gözlerimizi kırpıştırmadan göz yaşlarımıza engel olamadığımız anlardan biri gibi. Hep aynı hikaye, kadın seviyor, adam gidiyor, adam dönüyor, kadın hatırlamıyor, sonra kadın ağlıyor, kadınlar hep ağlıyor..
-Gidelim artık.
Şimdilik burada kalabiliriz, ağlayan kadınları tutuklamaları için birini gönderiyor O. Henüz bilmediği çok şey var. Kadınlardan biri onu tanıyor. Bakıyor, kahkaha atıyor, kelepçeli bileklerini gösteriyor, arkasını dönüp gidiyor.
-Bir şeyler yap, toprak yiyor.
Zamanında her işini kendi görürdü, birini düşünürken diğerini kenara bırakır ve böylece her şey affedilirdi. Sonra bu ona çok görüldü. Herkes çirkinliğini konuştu. Buna rağmen asla yeteri kadar uzağa gidemedi, boş, üçüncü sınıf hayaller, sürekli kendini tekrar eden, kayıp öfkeli adamlar.. Bunu herkes bilmiyor, bilmesin. Bilincinin gerisinde ön yargılar, kompleksler, güçsüzlükler bulunan bu kayıp adamlardan biri her an, hala öfkeli olarak ortaya çıkabilir.
-Kayıtsızlığı merak uyandırıyor.
Öyle güzel siktir olup giderlerdi ki hayatından, ne söylese bir eksik kalırdı. Lacan'ın işçiliği de olmasa hiçbirini yakalayamazdı, sokaklar yitik olanlarla, orada burada kahve molası verenlerle dolup taşardı bu yüzden. Hepsini bağrına bastı. Tekrar tekrar, hep aynı şefkatle. Kağıttan gemiler yaptı, bazen kırmızı, -ki hep orada kalabilmek içindi bu- bazen yeşil flamalı, -uzaklara gidebilmek için bu da.- Voyage 34'ünü gördünüz mü hiç, dört katlı olan.. Sonra, battı. Nerede yanlış yaptığını ancak o zaman anladı. Bir daha da asla uzaklaşmaya çalışmadı. En azından biz ona inanıyoruz.
-Sen, olması gerekeni yapıyorsun.
Bütün bu sıkıntılar tek bir kaynaktan beslendi durdu yıllarca, hepsi bu. Yüzündeki şaşkınlığı, sağ göğsündeki kist zamanla dışa vurup yeşilden mora, siyahtan sarıya dönüştüğünde silebildi.
-O halde, şimdi?
O'nu ben de bırakacağım evet.
-Yalvarırım O'na bunu yapmayın.
O kadar şeyden sonra bu kadına yüklediğin artı değeri Jung nasıl açıklardı biliyor musun?
-Açıklayamazdı, rüyalarımı başkalarıyla paylaşmam ben.

''Herkes ve her beden  bağlantıyı kaybediyordu. Her beden. Durum böyleydi. Bedenler gittikçe birbirinden uzaklaşıyor, yine de hala sevişmek için kullanılıyorlardı. Sevişmek sevginin kendisi hakkında bilgi sahibi olmanın bir yolu olmalıydı. Sanki sevişmekle sevmek arasında doğrudan bir bağlantı varmış gibi. İkisi arasında gerçek bir bağlantı. Metrodaki karşılıklı gidip gelen sistem gibi, bedenler bağlantı aracıydı. Sevişmek yaşamın var olduğunu kanıtlamanın bir yoluydu, sevginin kendisinin, tinsel sevginin var olan bir şey olduğunu kanıtlamanın bir yolu. Bedenlerle sevişmek bunu kanıtlamanın sözlü biçimiydi, var oluşun dili.''

10 Eylül 2012 Pazartesi

Your Cave

Üzerinde taşıdığın kimliklerden yalnızca biri başka başka kadınların gölgesine düşüyor. Sen, uzaktan izlediğim bu kadınlar tarafından terk edilmeyi arzuluyorsun. Ne yazık ki bu asla olmuyor sevgilim, ne zaman terk edilecek olsan, bir ayrılık anksiyetesine kapılıyorsun. Otoriteye baş kaldıran bu tutumun onlarca kadının aynı anda orgazm olmasına neden oluyor.

Seni asla affetmeyeceğimi biliyorsun. Yine de, bir görünmez el gerçeği, bu meta kadınlarına en az senin kadar bağlıyor beni. Her birine ayrı ayrı minnettar kaldığım anlardan birini yaşatıyorsun bana..

Az önce doldurduğun fincanımdan, hemen içmemem gerektiğini düşündüren bir duman yayılıyor. Neyse ki seni dinlemiyorum, yine. Sahibi bilinmeyen bir ayrılık anksiyetesini gururla ayaklarının altına alıyorsun. Yanlışlıkla basıyorum üstüne, ojemin kırmızısı çatlıyor, kilimin ucu hafifçe yukarıya kıvrılıyor. Bir an önce gitmezsem bu karmaşanın asla düzelmeyeceğini, her gün biraz daha acı çekeceğimi söylüyorsun. Benden alınmış tek gerçeksin.



Dinledikçe hatırladığın şarkılar yerine koy beni, ne yaparsan yap asla geri dönme!


17 Ağustos 2012 Cuma

Saturday Come Slow / Better Things

''Saturday come slow, do you love me? Is there nothing there!''

2 merdiven vardı, hemen dibimde. Gözlüklerim vardı, mor çerçeveli, o cumartesi randevu saatimize daha 45 dakika vardı. 
Üstteki şarkı seni ilk kez gördüğüm günü, Better Things'te sıkışıp kalmışlığım da bugünü hatırlatsın daima..  




11 Ağustos 2012 Cumartesi

Konu Yok

-Dinledikçe beni hatırla..
--Hep hatırlayacağım seni!

-Hayır, hatırlamayacaksın.

--Unutacağımdan eminsin. Bu canını yakmıyor mu?
-Unutacağından emin olduğum için söylemedim bunu.

--Peki neden? Bunu düşündüren nedir?

-İnsan uzakta olanı hatırlar. ve ben bir gün sana uzak bir yerlerde olacağımı hiç sanmıyorum. 

--Yanındaki kadınlarına hiç yokluğunu belli etmemişsin bu durumda. Dahası onlar da yanındayken hep senin olmuş. Şanslı bir adamsın sen.

-Farklı bir şey bu senin bahsettiğin. Siktiret şimdi kadınları. 

http://www.youtube.com/watch?v=QYEC4TZsy-Y  bilir misin bu şarkıyı? ben çok severim..


Bilirim...


Son 4 yıldır bu hep oluyor. İsimler değişiyor, şarkılar değişiyor, vaatler değişiyor ama bu hastalıklı düşünceler hiç değişmiyor. Her sene aynı dönemlerde, hayatlarına giren yeni kadınlarıyla göz dolduran o pek sevimli, ucuz bar adamları asla yanılmayacağımı bana kanıtlıyor. Fevri hareketleriyle onları bir resim uzaklıktan tanıyabiliyorum, neyse ki... Daha çok şarap tüketmeli, daha uzun birliktelikler yaşamalılar, belki böylece doyumsuz olan arzularını  benden uzakta tüketebilirler. 

1 Temmuz 2012 Pazar

King Crimson - Starless


Seninle ikimizin arasında geçenler, aslında bir savaş sayılmazdı; çok sürmeden benim işim bitirilmiş, geriye kala kala kaçışlar, hınçlar, üzülmeler, içte sürdürülen boğuşmalar kalmıştı.
*F. Kafka.



27 Haziran 2012 Çarşamba

Rüya (26 Haziran 2012)

Büyükçe bir saksıya ektiğim limon çekirdekleri filiz vermiş mi diye kontrol etmek için eve gidiyorum. Saksıyı görür görmez beynimden vurulmuşa dönüyorum. İki gün arayla yarım çay bardağı su verdiğim saksının dibi tamamen su dolmuş, altlığından sular taşıyor. Bunu kimin yaptığını öğrenmeye kararlıyım. Birini arıyorum, telefonu bay F açıyor, bitkime bunu yapanı bulabilmem için bir gemi yolculuğuna çıkmam gerektiğini söylüyor.  Dediğini yapıyorum, nereye gittiğini bilmediğim beyaz bir gemiyle yola koyuluyorum. Hareket eder etmez kalbimde müthiş bir çarpıntı başlıyor, heyecanlı değilim ve korkmuyorum ama endişeliyim. Nedenini düşündükçe çarpıntım daha şiddetli bir hal alıyor ve bir türlü ne için endişelendiğimi bulamıyorum. Ölmek üzereyim. Tam o sırada gemim karaya oturuyor, biran önce oradan kurtulmak istiyorum. Güverteyle toprak arasındaki mesafe çok kısa bu yüzden gemiden atlıyorum. Korkunç bir şey oluyor ve toprağa değil de denize atladığımı fark ediyorum. Yüzerek karaya ulaşmaya çalışıyorum, ancak bu mümkün görünmüyor. Bu yüzden gemiye geri dönüyorum ve tırmanmaya çalışıyorum. İnanılmaz bir çabanın ardından yeniden güvertedeyim, dönüp baktığımda yine karaya oturmuş olduğumuzu görüyorum ancak bu defa atlamaya niyetim yok. Karanlık çöküyor, hava soğuyor. Güvertede uyuya kalıyorum. Gözümü açtığımda gemide değil saksının yanında toprak zeminde buluyorum kendimi, bindiğim gemi de minyatür bir halde saksının içinde duruyor.

21 Haziran 2012 Perşembe

Voyage 34

Kararlı duruşlarıyla ihtimalsizliği gerçek kılanlara... 


Az önce battı.
Uyarmıştım seni, özür dilerim.
Sonunda bu da oldu, Voyage 34'ün kara kutusunu bile bulamadılar.


Gecenin Sonuna Yolculuk / A Great Day For Freedom




Bu kadar uzaklaşabileceğimi hayal bile etmemiştim. Ama bu daha bir şey değil. Hemen çapraz masamda, yüksek bar taburesinde oturan, eşit boyda kesilmiş saçları her şeyi olan bu adamı bile uzak tutuyorum kendimden. O'nu zaten tanımıyorum. Her şey, gerçeği bu yerlerden uzak tutma çabaları içinde sürüp gidiyor; oysa o yine bir yolunu bulup tek tek herkes için ağlamak için geri geliyor; yani ne yaparsak yapalım, içki de içsek, hem de hala mürekkep kadar koyu kırmızı şarap bile içsek, gökyüzü orada hala aynı gökyüzü, kenar mahallelerin dumanlarının üstüne bir büyük bataklık gibi iyice kapanmış.

''Yanımdan ayrıldığını düşledim,
Hiçbir sıcaklık, gurur bile kalmadı.
Ve ihtiyacın olduğu halde bana;
Çok açıktı hiçbir şey yapamayacağım senin için.''

Yorgunluktan perişan olmuş bakışlarımı ağır çekimde, buradaki nesneler üzerinde gezdiriyorum. Tepemdeki küçük televizyona bakmak oldukça güç, gözlerime ağrılar giriyor. Bar kurallarını özetleyen bu tabela da bana birilerini hatırlatıyor, hemen bakışlarımı başka bir yöne çeviriyorum. Barmeni ne masanın altında oluşmakta olan bira gölünden ne de hala dakik olarak süzülen bira damlalarından haberdar ettim, ne de olsa tek yapacağı şey daha da çok berbat etmek olacaktı. Asla yakınmaktan ve verip veriştirmekten vazgeçmeyecekti o. Kendini bu işe adamıştı.

''Davulların sesine uyandım.
Müzik çaldı, sabah güneşi içeri aktı,
Döndüm ve baktım sana;
Ve artakalan acının dışında her şey kayıp gitti... kayıp gitti.''

Ağır ağır kapıya yöneldim, usulca. Nabzımı yokladım, öncekinden daha cılız, daha belli belirsizdi. İstediğim her sözü verdim kendime;
Ne kadar uzak olursak o kadar iyi.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Gecenin Sonuna Yolculuk / Poles Apart



''Her alanda asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir.''

17 Haziran 2012 Pazar

O



Günlerdir düzenli aralıklarla omuzlarından dökülüp kendi bağımsızlığını ilan eden saçlarını izliyorum. Saçların ve parmaklarının ne yaptığını bilen kontrollü hareketi bana Brian Slade'i hatırlatıyor.


-Dünya değişti, çünkü sen fildişi ve altından yapılmışsın. Dudaklarındaki kıvrımlar tarihi yeniden yazıyor.


14 Haziran 2012 Perşembe

4:33 am (Running Shoes)


Kıskançlığı, insan soyunun bütün dertlerinin tek kaynağı olarak gören ucuz bar adamlarına;



Önceden planlanmış terk etme takıntını şişme bir balonla bana sundun, sapladığım iğneyle bir kez daha zavallılığını kendine kanıtladın.  Diğerlerinden daha aptal, daha kişiliksiz, daha ucuz ve en önemlisi -diğer kadınlar gibi- olanın sen olduğunu biliyordun.

Anlık Kaygılar



Eski sevgilim, bir Voodoo bebeği edinip bana büyü yapmayı düşündüğünü söylemişti aylar önce, 'Tamamen bana kalman için, herkesten, bu odanın dışındaki her şeyden nefret etmen için..' Sanırım o bebeği buldu.
 

Mingus dinlerken parmak uçlarımda nişan aldım kalbinin hemen altına, kulak verdiğin müzik korkmana neden oldu, bunu bana asla söyleyemedin.

Tom Waits'in dudakları 5 yıl önce aşık olduğum ve 2009 yılında bir maille aşkımı itiraf ettiğim, O olduğuna inandığım adamın dudaklarıyla -bir farkla- 
neredeyse aynı.

Kadıköy Teachers'da dün gece peş peşe çalan iki şarkı; Portishead - Humming ve Roads. Biri benim teslimiyetim, diğeri O'nun yollara dönüşü...

Max Ernst'in resimlerinde kullandığı kağıda yakından bakın, bencil kadınların parmak izlerini göreceksiniz.

Dün sabaha karşı Marianne Faithfull dinlerken uyuya kaldım. Ağlayarak uyandığımda saat sekize geliyordu, Faithfull yerini Sun Ra'ya bırakmıştı...

Gidelim, ne kadar uzağa olursa, ne kadar çabuk olursa...

Sahip olunan hiçbir kadın başka bir kadının acı çektirerek gözler önüne serdiği gerçekler kadar değerli değildir.


Bozuk olan chrome-exe dosyası olur olmadık aklıma gelen O kadını hatırlatıyor bana.

Yastık falı diye bir şey vardır. Gördüğü rüyaları yastığında saklayan adamların falına bakılır. Yastık kılıfı değiştikçe adamlar da rüyalar da değişir.

Bir an önce ayak bileklerimi boğmalı cinayeti O'nun üstüne yıkmalıyım, yoksa her şey için çok geç olacak!

Değiştirilmesi gereken alçakça kararlar hepsi.

Bileğimi gösterip, anlamı nedir diye soran adama, 'Roger Waters'ın baba özlemi yatıyor burada' dedim. Güldü.

Aklımda, terk edilen kadınlar ile aldatan kadınlardan oluşan bir müsabaka var.

13 Haziran 2012 Çarşamba

O

''Bıyıklarınız bir nesli ezilmekten kurtarabilir!''

O an 38 boş koltuğa rağmen yanıma oturan, yaklaşık 8 aydır sık sık ama vakitsiz zamanlarda otobüste, durakta, yol ayrımında karşılaştığım, solcu bıyıklı, ama tanıdığım bütün solculardan yakışıklı olan bu adama gecenin son otobüsünde içimden sadece bunları söyledim. Yine o iniyor diye, 4 durak erken indim otobüsten. Yol ayrımında o sola devam etti, bense düz gittim.

''Bıyıklarınız bir nesli ezilmekten kurtarabilir!''

Sanırım beni duymadı. Duysa da anlamazdı, hiç olmadığım kadar açık sözlüydüm çünkü...

12 Haziran 2012 Salı

11 Haziran 2012 Pazartesi

10 Haziran 2012 Pazar

Kayıp Zamanın İzinde

Beklentisizlik üzerine kurulu yaşantımda, bir yerlerde hata var hissine kapılıp her şeyi değiştirme kararı almışken, ilmek ilmek zihnime işlediği cümleleriyle, Marcel Proust; 'Dur, sakın yapma' diyor.

Hatırlamaya çalışma, insanların nelerden mutlu olabildiklerini yargılama, O'nu bulduğunu düşündüğün anda bir başkasının da onun gibi olabileceğini düşünmekten vazgeçme, anlaşılmak istemenin tek nedeni sevilmek istemen, ancak mutluluk değil, yalnızca keder unsuru olduğunda değerli olacaksın, bunu artık anla. Doyumsuz olan arzunu doyurmaya çalışmaktan vazgeçip, bastırmayı çoktan gözden çıkarıp, azaltarak yok etmelisin. Tıpkı bir saplantıyı daha büyük bir saplantıyla aşmak gibi, bir başka doyumsuz arzu bulmalısın kendine.

Uzun vadede okunması gerekiyor, ya çok yavaş ya çok hızlı, arası yok. Tek seferde!

Çektiğiniz acıdan haz almayı çoktan öğrendiyseniz, sinir halindeyken her istediğinizi yapabilmeyi kendinize hak görüyorsanız -hem de her seferinde- buyrun..

The Black Heart Procession


Sana yüklediğim sorumluluk vücutlarımızda biriken kontrol kaygısını ölü kanser hücrelerine dönüştürdü; adını Marla koydum.

The Division Bell

Yalnız günlerimin, O'nlu günlerimin, mutlu ya da heyecanlı günlerimin, mezuniyetimin, uzun soluklu uçak yolculuklarımın, herkesten ve her şeyden uzak kalabildiğim anların, tüm kahrımın, en sevdiğim adamın, hayatımın albümü.

Bütün kıskançlıklarımdan ve art niyetimden arınıp salt duyguyla dinleyebildiğim bir albüm. 1994 yılının, altıncı yaşımın hediyesi. 
`Cluster One` esintileri ile başlıyor; sakin, vakur, aşık bir kadın gibi.. Kadının etekleri rüzgarda uçuştukça şarkı büyüyor, büyüdükçe daha çok esiyor. `What Do You Want From Me` diyor ki, olduğun yerde kal bakalım, henüz yeni başladım ben. Bir insana -her kim olursa olsun- sorulabilecek en cesur sorulardan birini soruyor. Gerçekten ne istediğini bilmeyenler için mi söylüyor, yoksa bir blöf mü bu hala zaman zaman tereddütte kalıyorum. Sanırım hiç bir zaman da gerçeği bilemeyeceğim.

Derken, `Poles Apart` çıkıyor, bana Syd'i düşündürüyor, saatlerce, günlerce hiç durmadan.. Aklıma neler neler geliyor. İlk zamanlar her yerde aynı sözleri duyar oluyorum: '..and did you know? I never thought that you'd lose that light in your eyes!' çok sonraları, 3:35'den itibaren `The Wall`'dan bir şeyler yakalıyorum. Aşık olduğum adamı bu kadar düşünmediğim geliyor aklıma, kızıyorum kendime elbette.
O'na haksızlık ettiğimi düşünürken `Marooned` yetişiyor imdadıma. Birlikte susuyoruz. Nefesiz kalıp yutkunuyoruz.
Bizi bu ruh halinden `A Great Day For Freedom` kurtarıyor. Aslında kurtarıyor mu yoksa bambaşka, daha yoğun, daha keskin bir acıya mı sürüklüyor bundan da hiç bir zaman emin olamıyorum. Salt gerçek bu!

Emin olamadığım ne kadar çok şey olduğunu düşünürken `Wearing The Inside Out` geliyor, artık güçlü görünmeye çalışmaktan bıkmışlar için, kendim için dinliyorum. `Rick Wright`'ın sesini duymayalı ne kadar oldu diye düşünürken, bundan da vazgeçiyorum.

The Wall'daki `Pink` gibi, tek kişilik koltuğuma, televizyonun karşısına geçiyorum, yalnız bir farkla, benim televizyonum hep kapalı. Benim de kolumda `Mickey Mouse` saatim var. Aynı kolumu koltuktan aşağıya sarkıtıyorum hatta.

`Take It Back` önceden yer parsellediğim bir şarkı. Üstünde fazla durmuyoruz o yüzden, yalnızca dinliyoruz, albümü her baştan alışımızda yalnızca bir kez. Asla tekrara girmiyoruz. Yoksa çok fena şeyler olabilir.

`Coming Back To Life`, Gilmour'un o ilahi sesiyle can verdiği, naif şarkı. Bu defa, sahi neredeydin sen dediğim adam için.. 

Albüme adını veren `Douglas Adam`'ı çağrıştıran bir şarkı var benim için. `Keep Talking`.  'For millions of years mankind lived just like the animals. Then something happened which unleashed the power of our imagination. We learned to talk. ' Aslında şarkının bu kısmı yalnızca Stephen Hawking ile ilgili ve onun sesi. Sanırım bana önce `The Hitchhiker's Guide To The Galaxy`'yi -neden bilmiyorum, bilinçaltıma inmek gerek- anımsattığı için Adams geliyor aklıma. Ya da babamla bitmek bilmeyen bir iletişim sorunumuz olduğu için..
Her neyse, şarkı bitiyor zaten. `Lost For Words` başlıyor, canım yanıyor. Haykırasım geliyor, kimse duymayacaksa bağırıp çağırmanın ne anlamı var diyorum. Tek başınayken sinir krizi geçiren birini gördünüz mü siz hiç? 
Bitti.
Buraya kadar.

`High Hopes`. 

Pink Floyd albümleri, şarkıları, tanrıları söz konusu olduğu zaman asla bir kıyaslamaya girmeyen ben burada duruyorum. Öldüğüm zaman çalınmasını istediğim şarkı geyiğini bırakalı yıllar oldu ancak yine de kayıtlara geçsin istiyorum. Bu çanlar bir gün sonumu getirsin, getiremiyorsa da gelsin hazıra konsun. Ben duyarım. Nerede olursam, ne konumda olursam olayım, duyarım!  

Not: Mezar taşıma da klibini yansıtabilirlerse çok manidar olur.

10 Mayıs 2012 Perşembe

The Fall

Arzunun hareket alanı; hayal gücünün belirgin aydınlığında, kendi isteğine uygun şekilde planlanmış olarak, hayatın geri kalanıyla aynı nitelikte değildir. The Fall bir sanat eseri, bu yüzden...





- "Why are you killing everybody? Why are you making everybody die?"
- "It's my story!"
- "Mine too!"
- "He was dying"
- "Don't kill him!"

23 Nisan 2012 Pazartesi

Undertow

Kadının, 'hayır bu böyle devam edemez!' diye düşünmesinin sebebi, erkeğin sürekli onu terk etmekten bahsetmesi veya bunu düşünmesidir; sonunda terk eden kadın olur. Hesaplanabilir tepkileri nedeniyle hemen her defasında aynı şekilde terk edilen tüm adamlara...

8 Mart 2012 Perşembe

Rüya (8 Mart 2012)

Eski Roma sütunlarının bulunduğu bir bahçede birlikte yürüyoruz. Bahçe düzenlemesine bakılırsa usta bir bahçıvan yıllardır burada çalışıyor. Ağaçların her birine farklı figürler işlenmiş. Beş yaşımda izlediğim makas elli adamın filmini hatırlatıyor bana bu. İlk kez aşık olduğum bir film karakterini uzun yıllar aklımdan çıkaramadığımı kimse bilmiyor.
Senden ayrılmak istediğimi, artık seni görmek istemediğimi söyleyeceğim sırada benden biraz izin istiyorsun, hemen döneceğini söyleyip yüksek tuğlalarla örülü bir kapıdan geçip gidiyorsun. Döndüğünde seni büyük bir imparatorluğun veliahtı olarak buluyorum karşımda. Ayrıca tıraş olmuşsun, yalnızca bıyıkların aynı duruyor ve en güzeli saçların beline kadar uzanıyor. Acele etmem gerektiğini, çok vaktin olmadığını söylüyorsun. Evlenmek üzeresin ve komşu ülkenin prensesi seni bekliyor. Mermerden yapılmış beyaz yer döşemeleri bahçeyi boydan boya kaplıyor bir anda. Hemen ileride eski bir lahiti andıran bir sandık görüyorum. Çok önceleri yaşadığım bir adada gördüğüm tarihi Roma lahitlerinden hatırladığım kadarıyla bu bir bebek mezarı. Hemen yanına, yere sırtüstü uzanıyoruz, sana doğru dönüyorum ve sevgili olup olamayacağımızı soruyorum. Bana evet diyeceğinden o kadar eminim ki, bir anlık suskunluğun beni çılgına çeviriyor. Ancak bunu asla sana belli etmiyorum. Sonrasında da buna kayıtsız kalman ve olumsuz yanıt vermen beni tam anlamıyla bitiriyor. Bir süre sırt üstü mermer taşta yatmaya devam ediyoruz. Sonra ayaklanıyorum. Sen yatmaya devam ediyorsun, düşünceli ve mutsuzsun. Yayılan çimen kokusundan, kısa bir zaman önce kullanıldığını tahmin ettiğim devasa bir bahçe makasını elime alıyorum. Saçlarını izliyorum uzunca bir süre, daha fazla dayanamayıp elimdeki makasla tek seferde geriye attığın saçlarını kesiveriyorum. Müzik yükseliyor, One Man's Dream-Yanni.



Bunu nasıl yapabildiğime anlam vermeye çalışırken gözlerim doluyor, ne yapacağımı bilemiyorum, makası bu kez kendimi öldürmek için kullanacağım sırada ellerimi tutuyorsun, makası almak için. Sana karşı koymuyorum, yalnızca sessizce ağlamaya devam ediyorum. Ellerimden çekip aldığın makasın yerine, aylardır aradığım tel tokalarımı koyuyorsun. Şimdi daha çok ağlıyorum. Kapı bir kez daha açılıyor, içeriye simsiyah, uzun saten bir elbise ile giren kadının evleneceğin prenses olduğunu anlıyorum. Ancak devasa boyutlardaki bu kadın öyle beyaz ki, üzerindeki elbise neredeyse siyah bir perukla birlikte havada duruyor. Elbisesi yerleri süpürüyor. Lahitten bir çift siyah ayakkabı çıkartıyorsun. Yaklaşık iki hafta önce gördüğüm rüyadaki 38 numara olduğunu iddia ettiğin, yüksek kalın topuklu, eski sevgiline ait olan ve bana en az 6 numara büyük gelen bu ayakkabıların aslında kime ait olduğunu böylece anlıyorum. Ayakkabıları prensesine giydiriyorsun, elbisesi artık yerleri süpürmüyor. Yerden saçlarını alıyorum, tam gitmek üzereyken dönüp bir kez daha bakıyorum sana, seni bir kez daha göreceğimi bilerek oradan uzaklaşıyorum.
Müzik bitiyor,  One Man's Dream-Yanni.

2 Mart 2012 Cuma

Rüya (1 Mart 2012)


Konferans için gittiğin şehirde eski bir otelin avlusunda seni bekliyorum. Saat o kadar geç oluyor ki artık gelmeyeceğinden emin olup odama dönüyor ve uyumaya başlıyorum. Üzerimde devasa bir battaniye var. Bir ucundan diğer ucuna neredeyse odayı kaplıyor. Yatak odasında değil de girişteki kanepede uyumayı seçiyorum. Gözlerimi açamayacak kadar uykuluyum, ancak bir ara huzursuz uyuduğumu fark edip uyanıyorum. Ayak uçlarımda senin de uyuduğunu gördüğümde gönül rahatlığıyla artık çoraplarımı çıkarıp uyuyabileceğimi fark ediyorum. Çoraplarımı bir hışımla, önce sağ ayağımı soldakini çıkarmak için kullanarak, çıkarmaya başlıyorum. Sol ayağım şimdi oldukça rahat, aynı işlemi sağ için de uyguluyorum ama bir türlü başarılı olamıyorum. Sinirlenip küfrediyorum. Uyanıyorsun ve ne yapmaya çalıştığımı görüp çorabı ayağımdan sıyırıyorsun. O sırada yıllardır görmediğini söylediğin bir arkadaşın hemen arkanda beliriyor, ben orada değilmişim gibi konuşmaya başlıyorsunuz, sorduğum hiç bir soruyu yanıtlamıyorsunuz, beni görmüyorsunuz. O kadar uykusuzum ki bunu umursamayıp uyumaya devam ediyorum. Odadaki büyük yatakta gözlerimi açtığımda yanımda olmadığını görüyorum. Otel odamızın mutfağında bütün bardakları yeniden yıkamaya başladığını görüyorum. Bana hijyen konusunda ne kadar temkinli davrandığını anlatan uzun bir konuşma yapıyorsun. Sana sarılmak için hamle yapıyorum ancak o an öyle bir büyüyorsun ve dev bir adama dönüşüyorsun ki, neredeyse diz kapaklarına ancak yetişebiliyorum. Son iki bardağın kaldığını, onları da yarım saat içinde yıkayabileceğini ve benimle ilgileneceğini söylüyorsun. Seni onaylayarak otel odamızı dolaşmaya başlıyorum. İçinde birçok oda daha olduğunu fark edip boş odalardan birine giriyorum. Odaya yerleşmiş olduğunu, kurulu haldeki iki tuhaf enstrüman sayesinde anlıyorum. O sırada seni otogarda gördüğümü hatırlayıp bu kadar çok eşyayı nerede sakladığını bulmaya çalışıyorum. Yerdeki enstrümanlardan biri bas gitarı çağrıştırıyor ancak gözdesi devasa bir genişlikte. Biraz daha incelediğimde bu kez bir tenor saksofon bekinin sapına monte edildiğini görüyorum. Bu tuhaf  enstrümanın telleri de çok gergin ve sağlam görünüyor. Tam diğer enstrümanı da inceleyeceğim sırada odaya geliyorsun. Bardakları yeteri kadar hijyenik hale getiremediğin için çöpe attığını söylüyorsun. Nereden geldiğini bilmediğimiz uzak akraban o sırada odada beliriyor, hemen arkanda. Sen konuşmaya devam ediyorsun, temizlik konusuna ne kadar takıntılı olduğunu bildiğini, bu takıntıyı küçük yaşlarda teyze dediğin ama aslında teyzen olmayan bir kadın yüzünden edindiğini söylüyorsun. Arkandaki kadının aynı kadın olup olmadığını sorduğumda kanın donuyor. Dönüp bakıyorsun, bilmediğim bir dilde onunla konuşup uzaklaşmasını sağlıyorsun.
Yorucu bir gün geçirdiğini bu yüzden artık gitmek zorunda olduğumu söyleyip beni odadan çıkarıyorsun. Kapıdan çıkarken sana bir kez daha bakıyorum, kanepede oturuyorsun. Gitmeden hemen önce telefonumu bulup sana yemek söylüyorum. Bu seni öyle heyecanlandırıyor ki artık gitmeme gerek kalmadığını hatta bütün bir haftayı birlikte geçirebileceğimizi söylüyorsun. Çok seviniyorum ve hemen yanına gelip kucağına oturuyorum. Tam o sırada içerideki enstrümanlardan harika bir müzik yükseliyor.

Ben O'nun İç Sesiyim

Bir gün, sadece. Tek bir gün, gerçekten. Geç kalktım, o yüzden tüm bunlar. Sonra yine 08:40 dersine yetişebilmek için erken kalkacağım, yıllar sonra bunu 07:55 otobüsü izleyecek, metrobüsleri sevmedim hiç, hep bir adım önde götürüyorlar, çok korkunç bir şey bu ama geçecek. Geçer mi? Geçmesi şart. Sonra bir hafta, aynı şey. O'nun gidişiyle alakalı olabilir mi? Sanmam, geçici bir durum dedim ya. Geçmiyor. Bir ay? Çok uzadı bu süre. 

Duramıyorum yerinde, sen nasıl yapıyorsun? Bu kaygı beni bitiriyor. Ayak uyduramıyorum ki. En iyi bildiğim şey bu. Bir şarkı açalım sana; http://youtu.be/spxyrxWG_LQ Daha iyi misin? Harika bir fikirdi, gerçekten! Evet. Aşık bir adama ne yapılmaz? Sarkılmaz! Hayır, bilemedin. O kadından bahsedilmez. Sen şimdi o kadını başkasıyla gördüğünü anlattın, göz göre göre! Bitti mi? Hayır, asla bitmez. 

Beni bırakma, konuş! Yoksa hayaller kurmaya devam edeceğim, o kadar uzun süre hayal edeceğim ki üstelik, bir boyama kitabının sayfalarına kenetlenmiş öleceğim. Ölmeye ne kadar meraklısın? Elbette, yalnızca bir kez tecrübe edeceğim, ve hep öldüğümde nasıl görüneceğimi bilmek isteyeceğim. Birçokları gibi... Ayaklarımı yakın! Tamamını yaksak? Ben de onu diyorum. Ne diyorsunuz? Onu, ayaklarımı yakın diyorum. Külleri? Hala bitiremediğim kara kalem resimde kullanın. Neden bitiremediğini şimdi anlıyorum. Bir şey daha, resmi Bay T'ye gönderin, güzelce paketleyin mutlaka!

Bir şarkı daha? Şaka mı yapıyorsun? Hayır, O'nun evlenmek üzere olduğunu söylemiştin, aşık olan kadına ne yapılmaz? Tamam, sus! Waits söyleyecekse susacağım... Waits'in dudakları O'nun dudaklarıyla -bir farkla- neredeyse aynı. Bay T'nin mi? Hayır, O'nun. http://youtu.be/aw5jkjqgysm . Ama waits söylemesin nakaratını, Bay T söylesin, çok güzel söylüyor. I can't sleep at night, sha la la la la la la... Uyuyordur şimdi, eminim. Nasıl? Jersey'li bir kadın bulamayacağından eminim. Tamam bırak, ben kendim giderim!

Gitmeden bana bir doktor çağır! Olur ama ancak sabaha gelir. Bütün nöbetler iptal edildi bu gece, bütün doktorlar gitti. Peki, bekleyeceğim. Sabah olmasını, iş saatinin gelmesini, aydınlık havayı, sıcağı, soğuğu, soğuğu seven adamı, o adamın kolunda yürüyeceğim anı, bir zaman sonr.. tamam, bekleyeceksin anladım! Hayır, anlamadın. Beklentisiz yaşayacağım, her zaman olduğu gibi!

21 Şubat 2012 Salı

Rüya (20 Şubat 2012)

Güzel kadınların fotoğraflarından oluşan dev bir kartpostal koleksiyonuna sahipsin. En güzel kadının bulunduğu kartpostalı bulursam bana bir yemek sözü vereceğini söylüyorsun. Tam bulduğumu düşündüğüm anda kartpostaldaki kadın birdenbire çirkinleşmeye başlıyor ve ben bir kez daha aramaya sıfırdan başlıyorum. Bu şekilde günlerce kısmen boş bir meydanda kartpostalları incelemeye devam ediyorum. Aynı meydan, kadınlarınla dans ettiğin bir alanı oluşturuyor. Ben güneşin altında otururken her nasıl oluyorsa sizin bir daire oluşturduğunuz alan hep karanlık.

Bir kez daha en güzel kadını bulduğumu düşünüp dans ettiğin kadınların arasından sıyrılarak yanına geliyorum. Ne var ki kartpostalı eline alır almaz yüzüm düşüyor, yine aynı şey oluyor. Kadın birdenbire çirkinleşiyor.
Bu işin içinden çıkamayacağımı fark ediyorum ve tam vazgeçmek üzereyken, benden lise üniforması giymiş olan kadını getirmemi istiyorsun. Uzun bir uğraşın ardından istediğin kartpostalı buluyorum, ancak hiç de ümitli değilim.



Diğerlerinin yanında hiç de şansı olmadığını düşündüğüm bu genç kadın sen ona baktığın anda inanılmaz bir güzelliğe bürünüyor. Kıskançlığımı böylece ancak bastırabiliyorum. Dudakları adeta canlanıyor fotoğrafta, onu öpmek istiyorsun.
Bana olan yemek sözünü hatırlatıp keyfini kaçırıyorum. Kartpostalı bana geri verip yürümeye başlıyorsun. Peşinden gidip gitmemek arasında kararsız kalmışken, bu üç boyutlu dudaklardan gözlerimi alamadığımı fark ediyorum. Başımı kaldırıp sana baktığımda ne kadar uzaklaştığını görüp panik halinde peşinden koşuyorum. Sana yetişmeye çalışırken, henüz sönmeye başlayan bir jimnastik topuna takılıyor ayağım ve düşüyorum. Düşerken ağır çekimde her hareketimi görebiliyorum.
Her iki elimle sıkı sıkıya sarıldığım kartpostal benden önce, çatlamış toprak zeminle buluşuyor. Bir ses duyuyorum o anda:

''Korkmuyor musun?''

Sesin sana ait olduğunu ancak uyandığım zaman anlayabiliyorum.

20 Şubat 2012 Pazartesi

There Are Other Worlds (They Have Not Told You Of)


Bazen böyle bir müziğe eklenen insan sesine tahammül edemiyorum. Ancak bu defa daha 14. saniyede başlayan bu sese dokunabilmeyi öyle çok istiyorum ki!

Bazen de taklitle ve iki dakikadan sonra olacakları göremiyor oluşumla gurur duyarken, baş parmağımla işaret parmağımın hemen birleşiminde duran, henüz kabuk bağlamış yara izimde gördüğüm her kesik bu şarkının sözleri oluveriyor.

Bana inanmıyor musun, hayal gördüğümü mü düşünüyorsun? Ben duyuyorum, bir sebepten.

Hiç dinlemezsen bütün bunlara şahit olamazsın ki!

14 Şubat 2012 Salı

Rüya (13 Şubat 2012)


Akbaba kafasına sahip insan görünümlü iki yaratık tarafından yenmek üzereyim. Daha sıska olanın içinde saklanıyorum, bunu fark ediyor ve beni karnımdan yemeye başlıyor. Aile bireylerimden bir topluluk görüyorum ileride, ilk önce bağırmakta tereddüt ediyorum. Çünkü bu yaratığı daha çok sinirlendirebilir. Beni yemeye başladığı an tereddütüm kesinlik kazanıyor, var gücümle bağırıyorum. Duyma yetilerinin olmadığını fark ediyorum. Sakinliğini bozmayıp aralarında dedikodu yapmaya devam eden aile bireylerim yavaş adımlarla bize yaklaşıyor. İşaret diliyle yaratıkları çaya davet ediyorlar, bunu reddetmeleri üzerine de yeni teklifleri çok özel bir kahvemizin olduğu ve dilerlerse ondan içebilecekleri... Bu teklif onlara çok cazip geliyor, içinde olduğum yaratık çıkmama izin veriyor, birlikte eve doğru yürüyoruz. Evin bahçesine geldiğimizde anlıyorum ki burası çok iyi tanıdığım bir adama ait.
Bir daha oraya gideceğimi düşünmediğim bir anda kendimi orada bulduğumda oldukça duygulanıyorum. Yaratıkları ve başımdaki dertleri unutup girişteki taş merdivene oturuyorum. O'nu düşünüyorum. Birden içeride olabileceği gerçeği, nereden geldiğini bilmediğim türden bir mutluluk yaşamamı sağlıyor. Diğerleriyle birlikte içeriye giriyorum. Ancak girer girmez yıllardır orada yaşadığımızı anlıyorum. O yok, çoktan gitmiş.

Yaratıklarla olan sorunu biran önce çözmezsem karnımdaki yaraların büyüyeceğini ve yok olacağımı biliyorum. Kahve yapmak için mutfağa giriyorum, peşimden geliyorlar. Onları neyin öldürebileceğini düşünürken mutfak çakmağıyla birini yakmaya çalışıyorum. İşe yaramıyor. Beni içeride beklemelerini, onlara çok sevecekleri bir kahve pişireceğimi söylüyorum. Anlamıyorlar, içeriyi işaret ediyorum elimle, gidiyorlar. Pişmekte olan kahveyi fincanlara alıyorum, onların kahvesine her iki baş parmağımın dibinden söktüğüm ayak tırnağımı ilave ediyorum. Baş parmaklarımdan yayılan acı karnımda toplanıyor. Midem bulanıyor.
İçeriye götürdüğüm kahvelerden özel olanını yanlışlıkla bir genç kız alıyor. Yapmaması için ona işaret vermeye çalışıyorum, anlamıyor. Sonra diğerlerinin beni duyamadığı geliyor aklıma ve kahveyi içmemesini yanındaki yaratığa vermesini söylüyorum, beni bu sefer anlıyor. Bu kadını tanıyorum, bayan G. bu. O'nun eski sevgilisi. Oldukça çirkin bulduğum bir yüzü var ancak yine de ona saygı duyuyorum. Kahveleri içen adamlara hiç bir şey olmuyor. Beni yemeleri için dışarı çıkarıyorum onları. Bayan G de bizimle geliyor, hiç konuşmuyoruz. Merdivenlerde beni dudaklarımdan öpüyor, oldukça seviyorum bunu. Dudaklarımız ayrıldığında yaratıkların da gitmiş olduğunu görüyorum.

Aynı eve farklı bir kapıdan girmeye çalışıyoruz. Girer girmez bu defa evin eski dekoruna kavuştuğunu görüyorum ve O'nu yatak odasında bulabileceğimi düşünüyorum. Evde yaşayan bir kadın daha var, o sırada henüz duştan çıkmış olan bu kadın bornozunu arıyor. Benim üzerimdeyse siyah bir gecelik ve hırka var. Çok komik göründüğümü ve biran önce O'nu bulup odamıza çekilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Duştan henüz çıkmış olan kadın bir Amerikalı. Tam ona uzatacakken yanlışlıkla bornozunu yere düşürüyorum, çok sinirleniyor. Özür dilemeye çalışırken O geliyor. Sarılıyoruz, bir cümleye sığdırabildiğim kadarıyla, onu ne kadar çok özlediğimi, başıma neler geldiğini, onu bir daha asla bırakmayacağımı anlatmaya çalışıyorum. Hiç konuşmuyor. Ayaklarımı gördüğünde beni banyoya götürüyor, burası şimdi eskisinden daha büyük görünüyor gözüme. Üstüme kapıyı kilitliyor, içeride yalnız kalıyorum. Küvet gittikçe büyüyor ve içi kadın saçlarıyla doluyor, mide bulantım artıyor. Biran önce oradan çıkmazsam boğulacağımı düşünüyorum. Yerler nereden geldiğini bilmediğim bir suyla kaplanıyor, neyse ki tam o sırada kapı açılıyor. Bayan G. Bana yardım etmek için orada olduğunu söylüyor ve onunla gitmemi istiyor.

Birlikte dışarı çıkıyoruz, aynı merdivenlerde beni öpmek istiyor. Bir basamak yukarı çıkıyorum ve böylece 7-8 santim kadar olan boy farkımızı kapatabileceğimi düşünüyorum. Ben çıktıkça o da bir basamak yukarı atlıyor, bu şekilde bir tavan arasına kadar çıkıyoruz. En sonunda çıkılacak bir basamak kalmadığında onu artık istemediğimi söylüyorum. Ağlamaya başlıyor. Öyle çok ağlıyor ki gözyaşları merdivenlerden akıyor ve o an banyodaki suyun nereden geldiğini anlıyorum. 

12 Şubat 2012 Pazar

The Last Supper



Sinirle alınmış her karar sarsılmaz bir inançtan güç alır. Ne yaparsam yapayım, hayatıma giren bu adamla takip mesafemi korumaya çalışmaktan kendimi alamıyorum. Uyuyamıyorum. Karanlığa alışamıyorum. Ellerimden bira kokusu yayılıyor. Oysa çok uzun zamandır bira içmiyorum.

Biran önce ayak bileklerimi boğmalı, cinayeti onun üstüne yıkmalıyım. Yoksa her şey için çok geç olacak.

Son akşam yemeğimizin üstünden otuz iki gün geçmiş olmasına rağmen ben on yedi gündür aynı ojeli parmaklarla pedal çeviriyorum. Durmadan, deli gibi kendi etrafımda dönüyorum. Bir on yedi gün daha geçse silinmeyecek olan bu ojeler  bir reklam panosunu andıran ayaklarımda dayanıklılığın sembolü haline geliyor. Ne zaman onlara baksam ıslanıyor ayaklarım. Bir göz yaşı halinde düşüyorum. Çok geç kaldım.

Ölüm arzumu bastırmak için daha çok kitap okumalı, daha sık seyahat etmeli, doyumsuz olan arzumu bu şekilde oyalamalıyım.

..ve bekliyorum.

10 Şubat 2012 Cuma

Short Message Service

İki saat on bir dakika ileriden giden telefonumun saati ile bozulan senkron:
(Ben) 00:58-Tatlım?

Beklentisizliğin anlamını soru işaretine yüklediği an, ünlemin kendini gösterme biçimi:
(O) 22:47-Bebek?!

Anlamı yakalanan zaman:
(Ben) 01:04-Sesin bana çok özlediğim ama tanımadığım bir adamı hatırlatıyor.

Devam etmemi söyleyen O'nun kendiliği:
(O) 22:49-Merak ettim..

Aynı şarkının 74. dönüşü:
(Ben) 01:12-Evet evet, yanından ayrıldığım andan beri hatırlayabilirim belki diye kendimi çok zorluyorum. Bir keresinde çok yaklaştım, vapurdaydım ve içeride yer yoktu, üst kata çıktım. Benden başka deli de yoktu. Çok soğuktu. Çok yaklaşmıştım sanki, ama vapur da Kabataş'a yaklaşmıştı. Ne yazık ki bu konsantrasyonumu kaybettirdi.

O ne isterse yapacağım an:
(O) 23:06-Evde kokunu aramayı bırakıp, giydiğin yeşil tişörtü koklamam gibi bu!

Saçlarını arzuladığım anlar oluyor:
(Ben) 01:22-Tanrım! Yine giyeceğim onu.

Elbette, cevabı bildiğim an:
(O) 23:17-Giymelisin, çok istiyorum.

2 gün önce,

Aklımda terk edilen kadınlar ile aldatan kadınlardan oluşan bir müsabaka var, O'nun aklındaysa:
(O) 00:27-Çünkü ben aslında Charles Mingus'um.

Kimin galip geleceği üstüne iddiaya girecektim:
(Ben) 00:25-Mingus dinlerken ezdim seni!

Kazanırsam saçlarını alacağım, kaybedersem gizli olanı ortaya dökeceğim:
(O) 00:28-Bu, sen demeden önce aklımda değildi.

Kaybediyorum, birazdan fotoğraftaki saklı objeleri sıralayacağım:
(Ben) 00:29-Biliyorum elbette. Bana Mingus olma nedenini anlat..

Başka bir soruya verilmiş olan cevabın asıl anlamını kazandığı an:
(O) 13:44-Sadece seninle paylaşıyorum o an aklıma geleni, otonomiyi; özgür doğaçlama için bir altosun!

Kaybettim, ancak O bunu asla bilmiyor, henüz yüklediği fotoğrafa anlamını (kimilerine göre o an, bana göreyse 2 gün sonra) teslim ediyorum. Büyük bir titizlikle 5 dikiş attığı o fotoğrafı hemen oracıkta ifşa ediyorum, neyseki 'O' ve 'Ben' dışında kimse anlamıyor:

Psikanalistin (O'nun) bilinçdışı yansıttığı zevk üçlüsü.
Henüz doldurulmuş, aldatan kadınların yakılması gerektiğini düşündüren bir piponun görünmeyen dumanı. (O'nun piposu)
Ahşap zeminde yıllardır gömülü duran ayrılık anksiyetesi. (Sahibi bilinmiyor)
Kilimin püskülünden yansıyan Lacan'ın dil sürçmesi: bilinçdışı, bir dil gibi yapılanmıştır! (J.-D. Nasio suçu üstleniyor)
Rengi kaybolmuş, anlamını koyu mavi harflerde arayan bir çift göz. (O'nun gözleri)

8 Şubat 2012 Çarşamba

Let me kiss you

O'nu bekledim; evimizde, yukarıda, bir gece boyunca, bir gün boyunca, bir yıl... Bir daha asla 
beni görmeye gelmedi.



29 Ocak 2012 Pazar

25 Ocak 2012 Çarşamba

Lullaby



Karnımdaki boşluk sancıya dönüştü, avuçlarından akmakta olan kanı tül eteğimde biriktirdim. Yer altına sızmakta olan bu kan her gün senden biraz daha nefret etmeme neden oldu. Dinlediğin şarkılarla bana hep O adamı hatırlattın. Seni asla affetmeyeceğim.


24 Ocak 2012 Salı

Do you mind if I have a quick one?

Bana hep aşağıdan bak! Aksak yürüyen kadınlardan uzak dur!
Ayağımdaki çorabın labirent deseni, ellerin ansızın bileğimi kavradığında yok oluyor. Kaybolduğumda daima aynı yere çıkmamı sağlayan, annemden kalma bu çoraplar beni yıllardır burada tutuyor. Baş parmağımdaki kırmızı oje her soluk alışında bedenine bir işaret çiziyor, her soluk verişinde ucundan biraz daha eksiliyor ojeli parmağım, henüz tamamlanamadan burada çürüyorum!