29 Ocak 2012 Pazar

25 Ocak 2012 Çarşamba

Lullaby



Karnımdaki boşluk sancıya dönüştü, avuçlarından akmakta olan kanı tül eteğimde biriktirdim. Yer altına sızmakta olan bu kan her gün senden biraz daha nefret etmeme neden oldu. Dinlediğin şarkılarla bana hep O adamı hatırlattın. Seni asla affetmeyeceğim.


24 Ocak 2012 Salı

Do you mind if I have a quick one?

Bana hep aşağıdan bak! Aksak yürüyen kadınlardan uzak dur!
Ayağımdaki çorabın labirent deseni, ellerin ansızın bileğimi kavradığında yok oluyor. Kaybolduğumda daima aynı yere çıkmamı sağlayan, annemden kalma bu çoraplar beni yıllardır burada tutuyor. Baş parmağımdaki kırmızı oje her soluk alışında bedenine bir işaret çiziyor, her soluk verişinde ucundan biraz daha eksiliyor ojeli parmağım, henüz tamamlanamadan burada çürüyorum!




20 Ocak 2012 Cuma

Bipolar





Annemle kavga ettim ve bu onu öldürdü. 
Şimdi seninle gelebilir miyim? Çünkü benim suçum değil!  


19 Ocak 2012 Perşembe

A Tale of Two Cities / Charles Darney ve Sydney Carton'ın Portresi


''Her insanın bir diğeri için derin bir sır ve gizem olduğunu düşünmek olağanüstü bir şeydir.''

Dickens, ilk kez 18 yaşımda okuduğum A Tale of Two Cities'de açlıktan bir deri bir kemik kalmış insanların, yolun bir tarafından diğerine gerilmiş olan makaralı iplerle adam asacakları bir dönemin Paris'inden Londra'ya uzanacak olan hikayesinde bunları söylüyor. Makaralar aşağı çekilecek ve karanlık aydınlanacak, ancak şimdilik elle tutulabilir tek şey yoksulluk ve sefaletken bu biraz zaman alacak.

Önceliğimiz Kuzey Kulesi, Yüz Beş!
Uzun süre kilit altında yaşadıktan sonra salıverilen bu adam adını sorduklarında böyle cevap veriyor. Kuzey Kulesi, Yüz beş. Şimdilerde ayakkabı yapıyor, yani O'nu ilk gördüğümde genç bir hanım için yürüyüş ayakkabısı yaptığını söylemişti. Artık tutuklu değildi ancak yine de kilit altında yaşamaya devam ediyordu. Peki neden?
''Neden mi? Çünkü o kadar uzun süre kilit altında yaşadı ki eğer kapısı açık bırakılırsa korkabilir, çıldırabilir, kendini parçalayabilir, ölebilir ya da daha başka şeyler olabilir.''
Neyse ki altın sarısı saçlarıyla kızının bukleleri boynundan aşağı dökülmüştü de bunların hiçbirisine gerek kalmamıştı. Neyse ki! Bay Manette ya da Doktor Manette diyeceğiz artık O'na. Kızı Lucie öyle istiyor çünkü.

Doktoru oradan kurtardığımıza göre beş yıl sonrasına gidiyoruz. Şimdiki önceliğimiz 'Ulu, haşmetli, yüce prense, efendi hazretlerine' ihanetle suçlanan bu yakışıklı ve uzun saçları ensesinde siyah bir kurdeleyle toplanan beyefendi olmalıdır. Charles Darney o saçlara sahip olduğu sürece her fırsatta ondan söz edebilirim. Casusluk! Ancak elbette, kendinden emin duruşuyla bir parça sinir bozucu görünen bu adam suçlamaları reddediyor. Şimdilik tek kaygısı duruşma salonundaki Bayan Lucie'nin solgun yüzü... Aynı kaygıyı taşıyan bir adam daha var orada ancak onu da şimdilik kimse bilmiyor.
Vatana ihanet davası o yıllarda görülüyorsa sonuç asla değişmez. Bu yüzden Jerry'nin;
''Yani suçlu bulunursa demek istiyorsunuz'' sözü bir şey ifade etmiyor.
''Ohoo! Suçlu bulacaklar, merak etme!'' İşte bu cümleyse her şeyi özetliyor.

''Önce az biraz asarlar, sonra aşağıya indirip canlı canlı dilimlerler, ardından adam hala hayattayken kendisine yapılanları kendi gözüyle görürken içini dışına çıkartıp yakarlar, sonra kafasını uçururlar. En sonunda da dörde bölerler, cezası budur.''

Bu saygıdeğer beyefendiyle -özür dilerim tutukluyla- Bay Carton'ın pasaklı görünüşü ve tavırlarındaki kayıtsızlık bir yana bırakılırsa görenleri şaşkına çeviren bir benzerlik vardı. Çok sonraları ''Merhamet dolu bir yüreğe sahip Sydney Carton'ın varlığı..'' diye söz edeceğim kendisinden, 3 yıl önce de yaptığım gibi. Ancak o zaman o rutubetli mahkeme salonundan ve her ikisinin de görüntülerini yansıtan tavan aynasından kurtulmuş olacağız.

Sydney Carton ve Charles Darney'in görünüşlerindeki bu benzerlik sayesinde, o gün duruşmada bir kağıdın üzerine aceleyle ''Beraat etti'' yazıldı. Bu iki genç adam yine aynı gün iyi kalpli tanık Lucie Manette'a aşık oldular. Ancak Sydney Carton kendisini Bay Darney'in kaldırım taşlarına düşen sureti olarak gördüğü sürece onun için yas tutmaya devam edeceğim. Muhtemelen o da bu dünyaya ait olduğunu unutana dek yastığını boşa akan göz yaşlarıyla ıslatmaya devam edecek ve içtiği litrelerce şarabın da etkisiyle sızıp kalacak. Hemen her gece! Ne de olsa o insanların en aylağı ve gelecek vaat etmekten en uzak olanı.

İlmikler ve motiflerle örülen bir liste her an her saniye Bayan Defarge'ın usta parmaklarından çıkıyor. Yorulmaksızın örüyor kadın. Tezgahın arkasında, yol boyunca, her yerde... Kefen örüyor! Suçları ve suçluları ilmek ilmek işliyor örgüsüne.

''Yaşasın Kral! Yaşasın Kraliçe!''

Örgü bitene kadar yaşayacaklardı elbette.

Charles Darney'in, sevgili Doktor Manette'ın kızını büyük bir bağlılıkla seviyor olması işe yarıyor. Evleniyorlar. Ancak bir yerlerde hata var çünkü Charles'ın gerçek adı ölüm arabalarının Paris sokaklarında giyotinlere doğru ilerlemesine neden oluyor.

Sydney Carton o gün o kararlılıkla mahkumun yanına girmemiş olsaydı, yıllar önce yine benzerliklerinden faydalanarak hayatını kurtardığı bu adam çoktan yitip gitmişti. Şimdiyse çelimsiz, zayıf bir genç kız için kalbi yumuşamıştı bu umursamaz adamın. Göz yaşı döküyordu, ölüme giderken elini tutmak isteyen bu genç kız için ağlıyordu utanmadan.

Örgü tamamlanıyor, Cumhuriyetçi kadınlar saymaya başlıyor.
Pat! İlk kelle düşüyor. Bir!
Genç kız korkuyor. Carton'a minnet duyuyor. Korkusu azalıyor, sakinliğini koruyabilmesi için bir şeyler duyması gerekiyor. Sydney Carton yetişiyor imdadına, 'Korkça küçüğüm, hızlı olacak, korkma!' diyor. Kızı dudaklarından öpüyor, aynı sıcaklıkla karşılık görüyor.

52!

Sydney Carton ölmeden hemen önce şunları fısıldıyor kulağıma:

''Bugüne kadar yaptıklarımdan çok, ama çok daha güzel bir iş yapıyorum; bugüne kadar gittiğim yerlerden çok, ama çok daha güzel bir yere gidiyorum.''

16 Ocak 2012 Pazartesi

Marooned


Gilmour daha iyisini yapana kadar en iyisi bu:

Tütüncü Dükkanı


Hiçim ben.
Asla bir şey olmayacağım.
Bir şey olmayı isteyemem.
Bu bir yana, bendedir bütün düşleri dünyanın.

Şaşkınım bugün, düşünmüş, bulmuş, sonra yine unutmuş biri gibi.
Karşıdaki tütüncü dükkanına, dışımdaki gerçek şey olarak,
Ve her şeyin düş olduğu duygusuna, içimdeki gerçek şey olarak,
Borçlu olduğum dürüstlük arasında bölündüm bugün.

Napolyon'un kahramanlıklarından daha fazla düş gördüm.
İsa'dan daha fazla insana bağrımı açtım muhtemelen.
Kant gibi nicelerinin yazmadığı felsefeleri düşündüm gizlice.
Ben, -ve hep öyle kalacağım- çatı katı insanıyım.
Yine de evim orası değil.
Ben her zaman -bunun için doğmamış biri- olacağım.
Ben her zaman, sadece, -bazı nitelikleri olan biri- olacağım.
Ben her zaman, kapısız bir duvarın dibindeki kapının açılmasını bekleyen biri olacağım.
Sonsuzluk şarkısını söyleyen biri bir kümeste,
Tıkalı bir kuyunun dibinde tanrı'nın sesini işiten biri.

İnanılır mı bana, ne bana ne hiçliğe?
Devirsin doğa güneşini ve yağmurunu,
Ateşli başımdan aşağı ve dağıtsın saçlarımı rüzgarı,
Ve sonra, olsun olacak ya da olması gereken ya da olmaması.
Yıldızlara yürekten bağlı köleler...
Fethettik dünyayı yataklarımızı terk etmeden önce;
Ayağa kalkıyoruz ve donuklaşıyor,
Sokağa çıkıyoruz ve yabancılaşıyor...
İşte bütün dünya ve güneş sistemi ve samanyolu ve sonsuzluk...

-Çikolata ye, küçük kız,
Çikolata ye!
Çikolatadan başka metafizik bir şey olmadığını düşün dünyada.
Bütün dinlerin şekerci dükkanından daha az şey öğrettiğini düşün.
Ye, edepsiz küçük kız, ye!
Senin doğallığınla yiyebilseydim keşke çikolataları!
Ama düşünüyorum ben ve gümüş kağıdı çıkardığımda, kalaylı,
Fırlatıp atıyorum her şeyi yere, yaşamımı da...

Yaşadım, öğrendim, sevdim ve inancım var.
Ben değil diye olmak istediğim tek bir dilenci yok bugün.
Paçavrayı görürüm her birinde, yarayı ve yalanı.
Ve düşünürüm: belki hiç yaşamadın, ne öğrendin, ne sevdin, ne inandın!
-Çünkü tüm bunlara gerçeklik vermek mümkündür hiçbirini yapmadan bunların-
Belki ancak yaşıyorsun kuyruğu kesilmiş kertenkele gibi,
Ve kuyruk kımıldar, gövdeden ayrı.

Tütüncü kapıda belirdi ve durdu orada.
Boynu tutulmuş birinin sıkıntısıyla,
Tutulmuş bir ruhun sıkıntısıyla, baktım ona.
O ölecek ve ben öleceğim.
O tabelasını bırakacak ve ben dizelerimi...
Belli bir anda tabela da ölecek ve dizelerim ölecek.
Sonra tüm bunların olup bittiği gezegen ölecek.
Başka sistemlerin başka gezegenlerinde insana benzer bir şey,
Dizelere benzer şeyler yapmaya devam edecek...
Bir dükkan tabelasının altında yaşamaya,
Bir şey her zaman diğerinin karşısında,
Bir şey her zaman diğeri kadar gereksiz,
İmkansız her zaman gerçek kadar saçma,
Derinliklerin esrarı her zaman yüzeyin esrarı kadar hakiki,
Her zaman bu veya öteki veya ne biri ne diğeri...

Biri girdi tütüncü'ye -tütün almaya mı?-
Ve makul gerçek çöktü üstüme aniden.
Doğruluyorum biraz, enerjik, kararlı, insan,
Ve tersini söyleyen bu dizeler üşüşüyor aklıma.
Onları yazmayı düşünürken bir sigara yakıyorum.
Ve tüm bu düşüncelerden kurtulmanın tadını çıkarıyorum sigarayla.
İçiyorum ve ardımda bıraktığım iz gibi takip ediyorum dumanı,
Ve zevk alıyorum, hassas ve uyanık bir anda,
Tüm bu kurgulardan kurtulmaktan,
Ve metafiziğin keyifsizliğin sonucu olduğunu bilmekten.
Ve bunun ardından, iskemleme atıyorum kendimi,
Ve devam ediyorum içmeye,
Kader izin verdikçe devam edeceğim içmeye.

-Çamaşırcımın kızıyla evlenseydim eğer, belki mutlu olurdum.-
Bunun üzerine, ayağa kalkıyorum, pencereye yaklaşıyorum.
Adam tütüncü'den çıktı -parayı pantalonunun cebine mi soktu?-
Aa, tanıyorum onu, Esteva bu, metafizikten bihaber.
-Tütüncü kapıda belirdi.-
Kahince bir sezgiyle Esteva geri döndü ve beni tanıdı;
Eliyle selamladı beni ve ben ona seslendim,
"hoşçakal Esteva!"
Ve evren yeniden oluştu bende idealsiz ümitsiz ve tütüncü gülümsedi.

*Fernando Pessoa.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Rüya (10 Ocak 2012)


Kafeste tutmak zorunda olduğumuz vahşi bir köpekle aynı odada uyuyoruz. O ve ben asla 'biz' olmayarak birbirimizi çürümekten kurtarıyoruz. Saçlarının yastığımda bırakacağı kıvrımları düşündüğümde göğsümün heyecanla inip kalktığını uykumda bile görebiliyorum.

Her ne oluyorsa ve düşünülüyorsa uzaktan izliyorum rüyamı. Bu durumdan rahatsızlık duyuyorum. Aklından geçen her şeyi okuyabilirim. Ancak bunu yapmıyorum. Kendimi uzaktan izliyor olmamsa bir nefrete kapılmama neden oluyor. Yüzümü dağıtmak, oracıkta parçalamak istiyorum beni. Daha önce Rasathane-Kadıköy otobüsünü beklediğim 14R durağında bana saldırmış olan bu köpekse beni hiç mi hiç korkutmuyor. Kafesi kendiliğinden açılıyor ve hızla oradan uzaklaşıyor. Birden endişeye kapılıyorum. Köpeğimizin kaçmış olmasından değil de başka insanlara ait kedilere zarar verebilecek olmasından kaynaklı bu endişe beni uykumdan ediyor. Birlikte uyanıyoruz ve rüyamın geri kalan kısımlarında köpeğimizi arıyoruz. Ancak onu bulamadan telefonumun alarmıyla (Pink floyd, Poles Apart) uyanıyorum.

Analitik olarak incelemeye aldığın rüyam hakkında düşüncelerini yazıyorsun bana. Eğitimini aldığın psikiyatri bana kendimi borçlu hissettiriyor. İlk kez bir bilim dalına minnet duyuyorum. Sürekli, deli gibi onları, saçlarını düşünüyorum. Saçlarını borçlu olduğun bir bilim dalını yerken hayal ediyorum kendimi. Kendi parmaklarını yiyen hastan geliyor aklıma. Bir de Freud... Ancak o da parmaklarının geri kalanını kocasının mezarına bırakan kadını düşündürüyor yeniden bana.

-Sahibi olduğumuz o köpek arzularımızı, kafesi de bulunduğumuz mesafe ve konumlarımızı temsil ediyor. Köpeği kaçırmadan daha hızlı davranmamız gerekiyor. Evet, baş başa kalmalıyız.

Bu analizi oldukça seviyorum. Cevabım 'kesinlikle' oluyor ancak bunu sana asla söylemiyorum. Aklıma bir plak geliyor; Sun Ra, Lanquidity.

2 Ocak 2012 Pazartesi

Algımın yansıtma ve karşı koyma evresi;


*The Creators Project & St. Ann's Warehouse present, Karen O in stop the virgens. Oct 12-22 / 2011, Brooklyn.