27 Haziran 2012 Çarşamba

Rüya (26 Haziran 2012)

Büyükçe bir saksıya ektiğim limon çekirdekleri filiz vermiş mi diye kontrol etmek için eve gidiyorum. Saksıyı görür görmez beynimden vurulmuşa dönüyorum. İki gün arayla yarım çay bardağı su verdiğim saksının dibi tamamen su dolmuş, altlığından sular taşıyor. Bunu kimin yaptığını öğrenmeye kararlıyım. Birini arıyorum, telefonu bay F açıyor, bitkime bunu yapanı bulabilmem için bir gemi yolculuğuna çıkmam gerektiğini söylüyor.  Dediğini yapıyorum, nereye gittiğini bilmediğim beyaz bir gemiyle yola koyuluyorum. Hareket eder etmez kalbimde müthiş bir çarpıntı başlıyor, heyecanlı değilim ve korkmuyorum ama endişeliyim. Nedenini düşündükçe çarpıntım daha şiddetli bir hal alıyor ve bir türlü ne için endişelendiğimi bulamıyorum. Ölmek üzereyim. Tam o sırada gemim karaya oturuyor, biran önce oradan kurtulmak istiyorum. Güverteyle toprak arasındaki mesafe çok kısa bu yüzden gemiden atlıyorum. Korkunç bir şey oluyor ve toprağa değil de denize atladığımı fark ediyorum. Yüzerek karaya ulaşmaya çalışıyorum, ancak bu mümkün görünmüyor. Bu yüzden gemiye geri dönüyorum ve tırmanmaya çalışıyorum. İnanılmaz bir çabanın ardından yeniden güvertedeyim, dönüp baktığımda yine karaya oturmuş olduğumuzu görüyorum ancak bu defa atlamaya niyetim yok. Karanlık çöküyor, hava soğuyor. Güvertede uyuya kalıyorum. Gözümü açtığımda gemide değil saksının yanında toprak zeminde buluyorum kendimi, bindiğim gemi de minyatür bir halde saksının içinde duruyor.

21 Haziran 2012 Perşembe

Voyage 34

Kararlı duruşlarıyla ihtimalsizliği gerçek kılanlara... 


Az önce battı.
Uyarmıştım seni, özür dilerim.
Sonunda bu da oldu, Voyage 34'ün kara kutusunu bile bulamadılar.


Gecenin Sonuna Yolculuk / A Great Day For Freedom




Bu kadar uzaklaşabileceğimi hayal bile etmemiştim. Ama bu daha bir şey değil. Hemen çapraz masamda, yüksek bar taburesinde oturan, eşit boyda kesilmiş saçları her şeyi olan bu adamı bile uzak tutuyorum kendimden. O'nu zaten tanımıyorum. Her şey, gerçeği bu yerlerden uzak tutma çabaları içinde sürüp gidiyor; oysa o yine bir yolunu bulup tek tek herkes için ağlamak için geri geliyor; yani ne yaparsak yapalım, içki de içsek, hem de hala mürekkep kadar koyu kırmızı şarap bile içsek, gökyüzü orada hala aynı gökyüzü, kenar mahallelerin dumanlarının üstüne bir büyük bataklık gibi iyice kapanmış.

''Yanımdan ayrıldığını düşledim,
Hiçbir sıcaklık, gurur bile kalmadı.
Ve ihtiyacın olduğu halde bana;
Çok açıktı hiçbir şey yapamayacağım senin için.''

Yorgunluktan perişan olmuş bakışlarımı ağır çekimde, buradaki nesneler üzerinde gezdiriyorum. Tepemdeki küçük televizyona bakmak oldukça güç, gözlerime ağrılar giriyor. Bar kurallarını özetleyen bu tabela da bana birilerini hatırlatıyor, hemen bakışlarımı başka bir yöne çeviriyorum. Barmeni ne masanın altında oluşmakta olan bira gölünden ne de hala dakik olarak süzülen bira damlalarından haberdar ettim, ne de olsa tek yapacağı şey daha da çok berbat etmek olacaktı. Asla yakınmaktan ve verip veriştirmekten vazgeçmeyecekti o. Kendini bu işe adamıştı.

''Davulların sesine uyandım.
Müzik çaldı, sabah güneşi içeri aktı,
Döndüm ve baktım sana;
Ve artakalan acının dışında her şey kayıp gitti... kayıp gitti.''

Ağır ağır kapıya yöneldim, usulca. Nabzımı yokladım, öncekinden daha cılız, daha belli belirsizdi. İstediğim her sözü verdim kendime;
Ne kadar uzak olursak o kadar iyi.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Gecenin Sonuna Yolculuk / Poles Apart



''Her alanda asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir.''

17 Haziran 2012 Pazar

O



Günlerdir düzenli aralıklarla omuzlarından dökülüp kendi bağımsızlığını ilan eden saçlarını izliyorum. Saçların ve parmaklarının ne yaptığını bilen kontrollü hareketi bana Brian Slade'i hatırlatıyor.


-Dünya değişti, çünkü sen fildişi ve altından yapılmışsın. Dudaklarındaki kıvrımlar tarihi yeniden yazıyor.


14 Haziran 2012 Perşembe

4:33 am (Running Shoes)


Kıskançlığı, insan soyunun bütün dertlerinin tek kaynağı olarak gören ucuz bar adamlarına;



Önceden planlanmış terk etme takıntını şişme bir balonla bana sundun, sapladığım iğneyle bir kez daha zavallılığını kendine kanıtladın.  Diğerlerinden daha aptal, daha kişiliksiz, daha ucuz ve en önemlisi -diğer kadınlar gibi- olanın sen olduğunu biliyordun.

Anlık Kaygılar



Eski sevgilim, bir Voodoo bebeği edinip bana büyü yapmayı düşündüğünü söylemişti aylar önce, 'Tamamen bana kalman için, herkesten, bu odanın dışındaki her şeyden nefret etmen için..' Sanırım o bebeği buldu.
 

Mingus dinlerken parmak uçlarımda nişan aldım kalbinin hemen altına, kulak verdiğin müzik korkmana neden oldu, bunu bana asla söyleyemedin.

Tom Waits'in dudakları 5 yıl önce aşık olduğum ve 2009 yılında bir maille aşkımı itiraf ettiğim, O olduğuna inandığım adamın dudaklarıyla -bir farkla- 
neredeyse aynı.

Kadıköy Teachers'da dün gece peş peşe çalan iki şarkı; Portishead - Humming ve Roads. Biri benim teslimiyetim, diğeri O'nun yollara dönüşü...

Max Ernst'in resimlerinde kullandığı kağıda yakından bakın, bencil kadınların parmak izlerini göreceksiniz.

Dün sabaha karşı Marianne Faithfull dinlerken uyuya kaldım. Ağlayarak uyandığımda saat sekize geliyordu, Faithfull yerini Sun Ra'ya bırakmıştı...

Gidelim, ne kadar uzağa olursa, ne kadar çabuk olursa...

Sahip olunan hiçbir kadın başka bir kadının acı çektirerek gözler önüne serdiği gerçekler kadar değerli değildir.


Bozuk olan chrome-exe dosyası olur olmadık aklıma gelen O kadını hatırlatıyor bana.

Yastık falı diye bir şey vardır. Gördüğü rüyaları yastığında saklayan adamların falına bakılır. Yastık kılıfı değiştikçe adamlar da rüyalar da değişir.

Bir an önce ayak bileklerimi boğmalı cinayeti O'nun üstüne yıkmalıyım, yoksa her şey için çok geç olacak!

Değiştirilmesi gereken alçakça kararlar hepsi.

Bileğimi gösterip, anlamı nedir diye soran adama, 'Roger Waters'ın baba özlemi yatıyor burada' dedim. Güldü.

Aklımda, terk edilen kadınlar ile aldatan kadınlardan oluşan bir müsabaka var.

13 Haziran 2012 Çarşamba

O

''Bıyıklarınız bir nesli ezilmekten kurtarabilir!''

O an 38 boş koltuğa rağmen yanıma oturan, yaklaşık 8 aydır sık sık ama vakitsiz zamanlarda otobüste, durakta, yol ayrımında karşılaştığım, solcu bıyıklı, ama tanıdığım bütün solculardan yakışıklı olan bu adama gecenin son otobüsünde içimden sadece bunları söyledim. Yine o iniyor diye, 4 durak erken indim otobüsten. Yol ayrımında o sola devam etti, bense düz gittim.

''Bıyıklarınız bir nesli ezilmekten kurtarabilir!''

Sanırım beni duymadı. Duysa da anlamazdı, hiç olmadığım kadar açık sözlüydüm çünkü...

12 Haziran 2012 Salı

11 Haziran 2012 Pazartesi

10 Haziran 2012 Pazar

Kayıp Zamanın İzinde

Beklentisizlik üzerine kurulu yaşantımda, bir yerlerde hata var hissine kapılıp her şeyi değiştirme kararı almışken, ilmek ilmek zihnime işlediği cümleleriyle, Marcel Proust; 'Dur, sakın yapma' diyor.

Hatırlamaya çalışma, insanların nelerden mutlu olabildiklerini yargılama, O'nu bulduğunu düşündüğün anda bir başkasının da onun gibi olabileceğini düşünmekten vazgeçme, anlaşılmak istemenin tek nedeni sevilmek istemen, ancak mutluluk değil, yalnızca keder unsuru olduğunda değerli olacaksın, bunu artık anla. Doyumsuz olan arzunu doyurmaya çalışmaktan vazgeçip, bastırmayı çoktan gözden çıkarıp, azaltarak yok etmelisin. Tıpkı bir saplantıyı daha büyük bir saplantıyla aşmak gibi, bir başka doyumsuz arzu bulmalısın kendine.

Uzun vadede okunması gerekiyor, ya çok yavaş ya çok hızlı, arası yok. Tek seferde!

Çektiğiniz acıdan haz almayı çoktan öğrendiyseniz, sinir halindeyken her istediğinizi yapabilmeyi kendinize hak görüyorsanız -hem de her seferinde- buyrun..

The Black Heart Procession


Sana yüklediğim sorumluluk vücutlarımızda biriken kontrol kaygısını ölü kanser hücrelerine dönüştürdü; adını Marla koydum.

The Division Bell

Yalnız günlerimin, O'nlu günlerimin, mutlu ya da heyecanlı günlerimin, mezuniyetimin, uzun soluklu uçak yolculuklarımın, herkesten ve her şeyden uzak kalabildiğim anların, tüm kahrımın, en sevdiğim adamın, hayatımın albümü.

Bütün kıskançlıklarımdan ve art niyetimden arınıp salt duyguyla dinleyebildiğim bir albüm. 1994 yılının, altıncı yaşımın hediyesi. 
`Cluster One` esintileri ile başlıyor; sakin, vakur, aşık bir kadın gibi.. Kadının etekleri rüzgarda uçuştukça şarkı büyüyor, büyüdükçe daha çok esiyor. `What Do You Want From Me` diyor ki, olduğun yerde kal bakalım, henüz yeni başladım ben. Bir insana -her kim olursa olsun- sorulabilecek en cesur sorulardan birini soruyor. Gerçekten ne istediğini bilmeyenler için mi söylüyor, yoksa bir blöf mü bu hala zaman zaman tereddütte kalıyorum. Sanırım hiç bir zaman da gerçeği bilemeyeceğim.

Derken, `Poles Apart` çıkıyor, bana Syd'i düşündürüyor, saatlerce, günlerce hiç durmadan.. Aklıma neler neler geliyor. İlk zamanlar her yerde aynı sözleri duyar oluyorum: '..and did you know? I never thought that you'd lose that light in your eyes!' çok sonraları, 3:35'den itibaren `The Wall`'dan bir şeyler yakalıyorum. Aşık olduğum adamı bu kadar düşünmediğim geliyor aklıma, kızıyorum kendime elbette.
O'na haksızlık ettiğimi düşünürken `Marooned` yetişiyor imdadıma. Birlikte susuyoruz. Nefesiz kalıp yutkunuyoruz.
Bizi bu ruh halinden `A Great Day For Freedom` kurtarıyor. Aslında kurtarıyor mu yoksa bambaşka, daha yoğun, daha keskin bir acıya mı sürüklüyor bundan da hiç bir zaman emin olamıyorum. Salt gerçek bu!

Emin olamadığım ne kadar çok şey olduğunu düşünürken `Wearing The Inside Out` geliyor, artık güçlü görünmeye çalışmaktan bıkmışlar için, kendim için dinliyorum. `Rick Wright`'ın sesini duymayalı ne kadar oldu diye düşünürken, bundan da vazgeçiyorum.

The Wall'daki `Pink` gibi, tek kişilik koltuğuma, televizyonun karşısına geçiyorum, yalnız bir farkla, benim televizyonum hep kapalı. Benim de kolumda `Mickey Mouse` saatim var. Aynı kolumu koltuktan aşağıya sarkıtıyorum hatta.

`Take It Back` önceden yer parsellediğim bir şarkı. Üstünde fazla durmuyoruz o yüzden, yalnızca dinliyoruz, albümü her baştan alışımızda yalnızca bir kez. Asla tekrara girmiyoruz. Yoksa çok fena şeyler olabilir.

`Coming Back To Life`, Gilmour'un o ilahi sesiyle can verdiği, naif şarkı. Bu defa, sahi neredeydin sen dediğim adam için.. 

Albüme adını veren `Douglas Adam`'ı çağrıştıran bir şarkı var benim için. `Keep Talking`.  'For millions of years mankind lived just like the animals. Then something happened which unleashed the power of our imagination. We learned to talk. ' Aslında şarkının bu kısmı yalnızca Stephen Hawking ile ilgili ve onun sesi. Sanırım bana önce `The Hitchhiker's Guide To The Galaxy`'yi -neden bilmiyorum, bilinçaltıma inmek gerek- anımsattığı için Adams geliyor aklıma. Ya da babamla bitmek bilmeyen bir iletişim sorunumuz olduğu için..
Her neyse, şarkı bitiyor zaten. `Lost For Words` başlıyor, canım yanıyor. Haykırasım geliyor, kimse duymayacaksa bağırıp çağırmanın ne anlamı var diyorum. Tek başınayken sinir krizi geçiren birini gördünüz mü siz hiç? 
Bitti.
Buraya kadar.

`High Hopes`. 

Pink Floyd albümleri, şarkıları, tanrıları söz konusu olduğu zaman asla bir kıyaslamaya girmeyen ben burada duruyorum. Öldüğüm zaman çalınmasını istediğim şarkı geyiğini bırakalı yıllar oldu ancak yine de kayıtlara geçsin istiyorum. Bu çanlar bir gün sonumu getirsin, getiremiyorsa da gelsin hazıra konsun. Ben duyarım. Nerede olursam, ne konumda olursam olayım, duyarım!  

Not: Mezar taşıma da klibini yansıtabilirlerse çok manidar olur.