3 Aralık 2012 Pazartesi

Rüya (2 Aralık 2012)

Bu rüyayı yazıp sonsuza kadar hafızamdan söküp atmakla, yazmayıp O'na dair kalan son birkaç hayal kırıklığını daha ortalıktan kaldırmak arasında uzunca bir süre düşündüm, yani iki saat.


***
Amerikan filmlerindeki hapishanelere benzeyen yapıların arasında hızlı adımlarla dolaşıyorum. Başlarda hangi yapının arkasında bir çıkış var acaba diye başladığım bu dolaşma eylemi sonraları çıkışları bulamadıkça yerini bir endişeye bırakıyor. Burası bir labirent adeta. Oradan oraya koşarak geçirdiğim bir yarım saatin ardından üniversite öğrencilerinden oluşan bir grupla karşılaşıyorum. Beni görmezden gelip yanımdan geçip gidiyorlar. Köşeyi dönmeden onlara yetişiyorum ama birden gözden kayboluyorlar.

Çıkışı aramaktan vazgeçtiğim bir anda tel örgülerle kaplı bir metal kapının açıldığını görüyorum, kapının ardında saatlerdir etraflarında dolandığım benzer binalar var. Eşikte bir adam görüyorum, daha doğrusu 20-22 yaşlarında, genç bir çocuk. Benden en az 3 yaş küçük olduğuna eminim. O'nunla konuşmadan o eşikten geçip gitme arzusuna kapılıyorum. Zaten o da pek benimle ilgileniyor gibi görünmüyor. Yanından geçerken aldığım koku inanılmaz bir arzuya kapılmama neden oluyor. O'nu öpmek istiyorum, arzumun şiddeti artıyor, ne olursa olsun onunla yatmalıyım. Tam önünden geçerken sağ elimle O'na dokunuyorum ve öylece geçip gidiyorum. Arkama bakmaya korkuyorum, O'nu bir daha görememekten korkuyorum. Daha fazla bu endişeyle yaşayamayacağıma emin olup arkamı dönüyorum, yok. Üzüntüyle yoluma devam edeceğim anda karşımda onu buluyorum. Gidelim diyor ve elimden tutup beni çekiştiriyor. Binalardan birinin içine giriyoruz, bu soluk renkli taş binaların içi nasıl oluyor da böylesine renkli olabiliyor diye şaşkınlıkla etrafı incelemeye çalışıyorum. Beni yine elimden çekiştiriyor, bir odanın kapısını açıp içeriye itiyor beni, bekle diyor ve kapıyı üstüme kapatıyor. Rengarenk koltuklar ve tavana kadar uzanan dolaplarla kaplı bir odadayım. Kanepelerden birinin üstüne bir kutu var, açıyorum. İçinden platin sarısı saç boyası çıkıyor. Boyanın yanında bir düzine serum var. Serumların içi de sarı sıvılarla dolu. Üzerlerinde, ''renk pigmentlerinizi sabitlemek istiyorsanız bunları da kullanın.'' yazıyor. Nedense bu kutunun Bade İşçil'e ait olduğuna eminim. Hatta bana kızacağını düşünüp paketi toparlamaya çalışıyorum.
O sırada odanın kapısı açılıyor ve üç adam giriyor içeri. Üçünü de tanıyorum. Şaşkınlığımı belli etmeden bir şeyler söylemek istiyorum. İkisi dolapların arkasına doğru yönelip gözden kayboluyor. O ise bana doğru yürüyor. Mutlulukla kızgınlık arasında gidip geliyorum. Ama kesinlikle O'ndan nefret ediyorum. Emin olduğum tek duygu o an için nefret. Bana bir dizi saçmalıktan söz ediyor, her bir kelimesi O'na olan nefretimi kesin kılıyor. Başka türlüsü mümkün değil. O'nu birdaha görmek istemediğimi söylemek istiyorum ama bunu dile getirmek bile büyük bir zaman kaybı gibi geliyor bana, sadece oradan çıkıp gitmek istiyorum. Sağımızdaki dolabı basit bir kuvvetle O'nun üzerine yıkıyorum. Arkama bile bakmadan odadan çıkıp gidiyorum. Eşikteki çocuk çıkıyor yine karşıma, artık onu arzulamadığım gibi kendimden de utanmaya başlıyorum ama onunla öpüşmek zorunda hissediyorum kendimi. Tam öpüşmek için ona yaklaşacakken elinde Wilhelm Reih'ın 'Dinle küçük adam' isimli kitabını görüyorum. Kitabı yıllardır sır gibi sakladığım kütüphanemden çaldığına eminim. Kitabı açıyor çocuk, rasgele olduğunu düşündüğüm bir sayfayı açıp kitabı bana uzatıyor. Altı göz kalemiyle çizilmiş satırları gördüğümde kitabın bana ait olduğuna emin oluyorum. İçeri dön ve O'na oku diyor. Hipnotize olmuş gibi gerisin geri elimde kitapla odaya dönüyorum. Devirdiğim dolabın altında kanlar içinde yatan adama şunları okuyorum;

''Ve bu yüzdendir ki çocuklardan nefret eden bir öğretmensin. Gelişme yok sende, yeni bir düşünce geliştirmene olanak yok, çünkü sen yalnızca aldın bugüne dek, bir başkasının gümüş tepside sunduğu şeyi kaşıkladın yalnızca. Bunun neden böyle olduğunu anlayamıyorum diyorsun öyle mi? Ama başka türlü olamaz ki? Bunun nedenlerini ben söyleyebilirim sana. Küçük Adam, çünkü sen, bir hayvan gibi huysuz bir halde bana geldiğinde tanıdım seni; seni o halinle gördüm. Büyük bir boşluk ya da güçsüzlük duyduğun, ya da ruhsal akılsal sağlığının en bozuk olduğu anda geldin bana. Böylece, seni tanıdım. Sen yalnızca çorbaya kepçe daldırmasını bilirsin, yalnız almasını bilirsin sen. Bir şey yaratamaz, veremezsin. Çünkü temel bedensel davranışın sürekli olarak kendini tutmanı ve kin gütmeni gerektiriyor; çünkü içinde gerçek ve doğal sevgi ve verme duygusu uyandığında birden paniğe kapılıyorsun. Sendeki alma eyleminin temelde yalnızca bir anlamı var: Kendini büyük bir oburluk içinde parayla, mutlulukla, bilgiyle doldurmak istiyorsun, çünkü kendini boş, aç, mutsuz hissediyorsun Küçük Adam; gerçekten bilgili saymıyorsun kendini, ya da gerçekten öğrenmek istediğine inanmıyorsun. Gene aynı nedenle hakikatten kaçıyorsun.''
***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder