24 Aralık 2012 Pazartesi

Yabancılaşma

İçinde bulunduğun hayatlarda suça iştirak etmenin bir yolu da kayıtsızlıktan geçer.

Sonunda oradan gittim. Öyle sakin, usulca değil ama, Celine'in sözleri aklımdayken nasıl sakin kalabilirdim hem; 'Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Zaten önünde sonunda her insanın başına gelir bu, sizi sınıflandırırlar.'

Hayal kırıklığı!

Boyalı ellerimden akıyor, en çok da koyu bir kırmızı. Bu kırmızılıkta yapılan her resim başkalarının gözünde beni sanatçı yapıyor. Zaten her anne kızının bir gün kendi hayallerini gerçekleştireceğine inanır. Benimki de inanıyor. ''Ağlasana biraz!'' diye bağırdı bana bu sabah, ''yıllarca bekledim belki yalnızca büyüdüğün zaman ağlayabiliyorsundur diye, dünyanın en sakin kız çocuğuydun sen hep. O yüzden de büyüyemedin hiç, baksana.''

İnsanlar konuşuyor, sürekli kendilerini anlatıyorlar, bunu kimse fark etmesin diye de çeşitli yollar deniyorlar. Ben görüyorum, herkes görüyor ama kimse bu deliliğe sesini çıkarmıyor. Başkalarından söz eder gibi kendi aşağılık egolarına kan pompalıyorlar. Bozuk kan hala hayatta olanları yavaş yavaş öldürüyor, zaten ölü olanlar içinse bir şey fark etmiyor. Onların istediği şekilde başlamadıysanız söze, cümlenizi tamamlamanıza izin vermiyorlar. Bu kadar esip gürlemeleri de bu yüzden. Onlar dile getirmediği sürece başkalarının cümleleriyle yaşıyor oluşunuz da tam bir rezillik hem. Önce onlar, hep onlar! Hem en çok canı yanan da onlardı, umursamazlıkları bundan. Yine de bu kadar az klişeyle bu kadar çok konuşmaları bozuk kanın bütün damarlarını dolaştığının kanıtı.

Kukla gibi bir adam sevmiştim bir keresinde. Herkes çirkinliğini konuşurdu. Şaşılacak bir şey yok, sahiden çirkindi. Çok az konuşurdu, çok fazla sigara içerdi, kim azıcık gülse yüzüne kapılır giderdi. Gidilecek başka bir yer hep vardı. Başka da bir şeye gerek yoktu. Kollarımda ağladığını hatırlıyorum, ağlayan adamlardan nefret ettiğim yıllardı. Tanıdığım bütün adamlardan daha güzel şimdi O. Ağladığı için değil, hayır.

Dünya korkunç bir hızla dönüyor. Gözlerim kararıyor, kulaklarım uğulduyor, bu uğultunun nedeni olan tanıdığım bütün kadın ve adamlar biranda çirkinleşiyorlar, midem bulanıyor. Zaman ilerledikçe insan kimin gerçekten yardıma ihtiyacı olduğunu düşünmeye başlıyor, kendinin mi yoksa kendine bunu yapanların mı?

Üzgün değilim. Sağ göğsümde aldırmayı düşünmediğim bir kist var yalnızca.

13 Aralık 2012 Perşembe

Bir yaratma eylemi olarak ölüm / The Fountain


Eğer algı kapıları temizlenseydi
her şey insana, olduğu gibi
görünürdü: Sonsuz.
*William Blake

İnsan asla yeterince cesur olamıyor. İçinden yaptığı konuşmaları, duymak istediği şekilde gerçekleştiriyor, kendine hayran kalıyor, O'na hayran kalıyor, sonra kendisi tarafından kandırıldığına tanık oluyor, o saatten sonra da başına gelen tek iyi şey farkındalık kazanmak oluveriyor. Başka türlüsü mümkün olsa, yani, birisi çıksa ve yüksek sesle dile getirse tüm bunları, bir başkası önce ölülerimizi gömelim, şafakla devam ederiz çarpışmaya dese, ölülerimizi gömsek, ama sahiden usulünce gömsek..
Bana yanıt verilmiyordu. İzlediğim hiçbir film, okuduğum hiçbir kitap, hatta Proust'un kitapları bile hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Bunlar gerçekten önemli şeyler değildi, yani hayatı bir intikam gibi yaşıyor oluşumuz.
Çok sevdiğim bir kadın pişmanlık dolu iç çekişlerime karşılık şöyle sormuştu geçen gün:

-Bitti mi, ödeştik mi?

-Beni iki vücut bir olup meydana getirdiniz ama ben kendi başıma kaldım, dedim. Bu yüzden hayır, ödeşmedik.

-Peki aldın mı intikamını, yeter mi?

-Hayır yaklaşmadı bile.

Bedensel ölümden bağımsız bir bilinç mümkün, ölüm içgüdüsüyle çatışan, gerçek bir bilinç, biz ona inanıyoruz. İnancımız kaynağını köksüzlükten alıyor. Yani her şey mümkün ve bilinçaltında bir yerlerde hayat buluyor, olması gerektiği gibi. Anneme hayır, henüz bitmedi derken aklımdan geçen nelerdi bilmiyorum, şimdiyse Jung'ın Gölge'si olmaktan kaynaklı bu huzursuzluğu üzerimden atamıyorum.

Göze alamadıklarımız yoruyor bizi, yaşadıklarımız değil. Doktor haklı, 'bütün hayatımız eksiksiz olsun diye çabalıyoruz.'

Az sonra başınıza gelecekleri bir düşünün. Kafanızın içinde ulaşamadığınız bir yer var, yüzük taşıyan sol elinizle oraya hemen şimdi dokunursanız karınız akşama bir bebeğiniz olsun isteyecek. Yüzüksüz elinizle oraya ulaşabilirseniz karınız çoktan ölmüş olacak. Birbirine dolanmış hayatları kıskanıyorum. Ölü kadınları kıskanıyorum.

Size tavsiyem, bu filmi başkalarının sözcüklerini kullanmadan yeniden okumanız. Size ait olanı tereddüt etmeden geri almanız. Ancak o zaman dinlediğiniz müzikle kişisel tarihiniz üzerindeki şüpheyi ortadan kaldırabilirsiniz. 03, Tree of Life; başın geriye düşüp ölümünü kendi omuzlarında taşıması. Gitmeliyim. 06, Xibalba; Hayır onu asla bulamayacaksın. 08, Finish it; Başkalarının hakikatine uyanmayı bırak, bitir onu.

Bitirin. Yoksa henüz tamamlanamadan oracıkta çürürsünüz.


Kalemkahveklavye: Elfaz Dergisi 2 / Muallak sayısında yayınlanmıştır. http://kalemkahveklavye.blogspot.com/2012/12/elfaz-dergisi-2muallak-yaynda.html

11 Aralık 2012 Salı

Sun Ra


Müzik dünyayı değiştirmez, sadece stabilleştirir, bu daha önemli... Bir kadını stabilleştirmek çok zordur, müzik bunu dünya için yapıyor.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Rüya (2 Aralık 2012)

Bu rüyayı yazıp sonsuza kadar hafızamdan söküp atmakla, yazmayıp O'na dair kalan son birkaç hayal kırıklığını daha ortalıktan kaldırmak arasında uzunca bir süre düşündüm, yani iki saat.


***
Amerikan filmlerindeki hapishanelere benzeyen yapıların arasında hızlı adımlarla dolaşıyorum. Başlarda hangi yapının arkasında bir çıkış var acaba diye başladığım bu dolaşma eylemi sonraları çıkışları bulamadıkça yerini bir endişeye bırakıyor. Burası bir labirent adeta. Oradan oraya koşarak geçirdiğim bir yarım saatin ardından üniversite öğrencilerinden oluşan bir grupla karşılaşıyorum. Beni görmezden gelip yanımdan geçip gidiyorlar. Köşeyi dönmeden onlara yetişiyorum ama birden gözden kayboluyorlar.

Çıkışı aramaktan vazgeçtiğim bir anda tel örgülerle kaplı bir metal kapının açıldığını görüyorum, kapının ardında saatlerdir etraflarında dolandığım benzer binalar var. Eşikte bir adam görüyorum, daha doğrusu 20-22 yaşlarında, genç bir çocuk. Benden en az 3 yaş küçük olduğuna eminim. O'nunla konuşmadan o eşikten geçip gitme arzusuna kapılıyorum. Zaten o da pek benimle ilgileniyor gibi görünmüyor. Yanından geçerken aldığım koku inanılmaz bir arzuya kapılmama neden oluyor. O'nu öpmek istiyorum, arzumun şiddeti artıyor, ne olursa olsun onunla yatmalıyım. Tam önünden geçerken sağ elimle O'na dokunuyorum ve öylece geçip gidiyorum. Arkama bakmaya korkuyorum, O'nu bir daha görememekten korkuyorum. Daha fazla bu endişeyle yaşayamayacağıma emin olup arkamı dönüyorum, yok. Üzüntüyle yoluma devam edeceğim anda karşımda onu buluyorum. Gidelim diyor ve elimden tutup beni çekiştiriyor. Binalardan birinin içine giriyoruz, bu soluk renkli taş binaların içi nasıl oluyor da böylesine renkli olabiliyor diye şaşkınlıkla etrafı incelemeye çalışıyorum. Beni yine elimden çekiştiriyor, bir odanın kapısını açıp içeriye itiyor beni, bekle diyor ve kapıyı üstüme kapatıyor. Rengarenk koltuklar ve tavana kadar uzanan dolaplarla kaplı bir odadayım. Kanepelerden birinin üstüne bir kutu var, açıyorum. İçinden platin sarısı saç boyası çıkıyor. Boyanın yanında bir düzine serum var. Serumların içi de sarı sıvılarla dolu. Üzerlerinde, ''renk pigmentlerinizi sabitlemek istiyorsanız bunları da kullanın.'' yazıyor. Nedense bu kutunun Bade İşçil'e ait olduğuna eminim. Hatta bana kızacağını düşünüp paketi toparlamaya çalışıyorum.
O sırada odanın kapısı açılıyor ve üç adam giriyor içeri. Üçünü de tanıyorum. Şaşkınlığımı belli etmeden bir şeyler söylemek istiyorum. İkisi dolapların arkasına doğru yönelip gözden kayboluyor. O ise bana doğru yürüyor. Mutlulukla kızgınlık arasında gidip geliyorum. Ama kesinlikle O'ndan nefret ediyorum. Emin olduğum tek duygu o an için nefret. Bana bir dizi saçmalıktan söz ediyor, her bir kelimesi O'na olan nefretimi kesin kılıyor. Başka türlüsü mümkün değil. O'nu birdaha görmek istemediğimi söylemek istiyorum ama bunu dile getirmek bile büyük bir zaman kaybı gibi geliyor bana, sadece oradan çıkıp gitmek istiyorum. Sağımızdaki dolabı basit bir kuvvetle O'nun üzerine yıkıyorum. Arkama bile bakmadan odadan çıkıp gidiyorum. Eşikteki çocuk çıkıyor yine karşıma, artık onu arzulamadığım gibi kendimden de utanmaya başlıyorum ama onunla öpüşmek zorunda hissediyorum kendimi. Tam öpüşmek için ona yaklaşacakken elinde Wilhelm Reih'ın 'Dinle küçük adam' isimli kitabını görüyorum. Kitabı yıllardır sır gibi sakladığım kütüphanemden çaldığına eminim. Kitabı açıyor çocuk, rasgele olduğunu düşündüğüm bir sayfayı açıp kitabı bana uzatıyor. Altı göz kalemiyle çizilmiş satırları gördüğümde kitabın bana ait olduğuna emin oluyorum. İçeri dön ve O'na oku diyor. Hipnotize olmuş gibi gerisin geri elimde kitapla odaya dönüyorum. Devirdiğim dolabın altında kanlar içinde yatan adama şunları okuyorum;

''Ve bu yüzdendir ki çocuklardan nefret eden bir öğretmensin. Gelişme yok sende, yeni bir düşünce geliştirmene olanak yok, çünkü sen yalnızca aldın bugüne dek, bir başkasının gümüş tepside sunduğu şeyi kaşıkladın yalnızca. Bunun neden böyle olduğunu anlayamıyorum diyorsun öyle mi? Ama başka türlü olamaz ki? Bunun nedenlerini ben söyleyebilirim sana. Küçük Adam, çünkü sen, bir hayvan gibi huysuz bir halde bana geldiğinde tanıdım seni; seni o halinle gördüm. Büyük bir boşluk ya da güçsüzlük duyduğun, ya da ruhsal akılsal sağlığının en bozuk olduğu anda geldin bana. Böylece, seni tanıdım. Sen yalnızca çorbaya kepçe daldırmasını bilirsin, yalnız almasını bilirsin sen. Bir şey yaratamaz, veremezsin. Çünkü temel bedensel davranışın sürekli olarak kendini tutmanı ve kin gütmeni gerektiriyor; çünkü içinde gerçek ve doğal sevgi ve verme duygusu uyandığında birden paniğe kapılıyorsun. Sendeki alma eyleminin temelde yalnızca bir anlamı var: Kendini büyük bir oburluk içinde parayla, mutlulukla, bilgiyle doldurmak istiyorsun, çünkü kendini boş, aç, mutsuz hissediyorsun Küçük Adam; gerçekten bilgili saymıyorsun kendini, ya da gerçekten öğrenmek istediğine inanmıyorsun. Gene aynı nedenle hakikatten kaçıyorsun.''
***