29 Kasım 2011 Salı

Rüya (28 Aralık 2011)


Galata'da yüksek bir binanın teras katında yaşıyorsun. Parmaklarını piyano çalar gibi oynatman, seni uzaktan izleyen beni dehşete düşürüyor. Sen Nadja'nın öyküsünü yirmi yedinci kez okuyorsun. Mutluluğunu on beş kilometre uzağından görebiliyorum. Sana gelmeye karar veriyorum, beni bekliyorsun ancak başkalarına da sözün olduğunu söylüyorsun.

-Sana kendimi kanıtlama çabamı başka kadınlar tarafından arzulanıyor oluşuna bağlıyorsun. Beni tanımadığın zamanlarda seni koşulsuz savunuyor oluşumu da ben, çocukluğuma bağlıyorum.

Sana gelmek için evden çıkıyorum, üstümde eski moda bir elbise var, ayakkabılarımı her nasılsa bulamıyorum. Yolda bulmayı umuyorum ancak bulamadan evine ulaşıyorum, üstelik gittiğim yüz metrelik mesafeyle...

Yolun sağında kalan apartmanın kapısında beklemeye başlıyorum, hangi kapı zilinin sana ait olduğunu bilmiyorum. Beklerken kız kardeşim geliyor aklıma, onu düşünürken  teras katında oturduğunu hatırlıyorum ve merdivenleri çıkmaya başlıyorum. Eve girdiğimde kız kardeşimin de orada olduğunu görüyorum, haset duyuyorum ama kaynağı sen değilsin. O'na aldığım ve zorla okuttuğum sayısız kitabı onun yaşında okuyamadığım için üzülüyorum kendime, sana ait kadınların öykülerini O'na anlatırken koruduğu sakinliğine tekrar tekrar sinirleniyorum.

'Acıktım!' diyor kız kardeşim, 'O bana yemek hazırlayacak!' diyor. Duyduğum hasedin kaynağı ani bir frenle yön değiştiriyor. O'na senin yemek yapmayı bilmediğini ve hatta patates dahi kızartamayacağını söylüyorum. Çaresizliğimi tam o sırada çalan telefonumla ancak yenebiliyorum. Ekşi sözlükte tanıştığım biri arıyor ve 'bana gelmelisin gülcan' diyor. Geleceğimi söylüyorum ancak gitmiyorum. Telefonu kapattığımda kız kardeşimin de gittiğini görüyorum. Yalnız kaldıkları ilk anda öpüşmeye başlayan çiftler gibi hemen birbirimize sarılıyoruz. Ben uyanana kadar da öpüşmeye devam ediyoruz, bunun ne kadar sürdüğünü bilmiyorum.

24 Kasım 2011 Perşembe

Old and Wise




Bu Alan Parsons ağıtı loop'a alınıyor ve olaylar gelişiyor…
O’na hep olacağı sözünü fısıldayan annesi bir gün aniden gitmekten bahsediyor. Olacakları senaryolaştıran algısı gittikçe yerin dibine giriyor. Biliyorum ki zifiri aydınlıktan nasibini almamış olan o, bu sızıyı hiçbir yerden çıkaramıyor.

Başlarda yalnızlığı elini tutmayan karşı cinse ithaflıydı, öğrendi elbette az sonra öyle olmadığını.

Ben şimdi senin bildiğin her şeyi bilmek istiyorum, sana benzemek istiyorum, cevap ver hala mı seviyorsun beni?

Özür dilerim bu masalda çocuklar da var. Bak saçlarını at kuyruğu yap istiyor biri.
Islık sesiyle gir bir gün kulağımdan. Çatal dilimden nasibini almadan en sevdiklerim, çık gel. Ben seni nerede arayacağımı artık bilmiyorum, boyumun ölçüsünü de aldım bak, artık seni kandıramıyorum.

Yalnız olduğumdan değil, bilakis kafam çok kalabalık. Havalardandır dersen şayet, evet belki bir parça.. Ancak hala kulaklarım pür dikkat, saksofon değil mi o ağlayan?
Gülüş açısı daralıyor bak, ağlıyor mu bu yine? Gözlerim eskisi gibi seçmiyor da nicedir.

Bir zaman gelecek ve ben bu yazdıklarımdan dolayı kendimi giyotinlere havale edeceğim, ve duygularımı giyotinde vurdururken old and wise çalınsın isteyeceğim.

İflah olmaz biriyim.

-Kaçıncı dinleyişin bu şarkıyı sabahtan beri?
-Bakayım.. 87 iyi mi?

Biraz kahve?


Uyanıyorum hiçbir şey yokken, tavanı izlerken buluyorum kendimi. Hep ışık açık uyuyorum, bu defa sokak lambası aydınlatıyor odayı. Korkuyorum. Saat gecenin 3’ü. Tekrar uyuyamayacağımı anladığımda mutfağın yolunu tutup kahve suyu koyuyorum ocağa. 

Her şeyde grinin tonları var, her hareketimi uzaktan izliyor gibi hissediyorum, bir sonraki hamleyi tahmin etmek bu ağır çekimli hallerde çok kolay. 

Kaynayan suyu gördüğümde ellerimi tezgaha dayayıp beklemeye başlıyorum. Neden sonra aptallığım sinirlendiriyor beni. Su kaynadığında ocaktan alınır, oysa ben kaynamanın geriye sarmasını bekliyorum. 

Günlerden nedir bilmiyorum ama kesinlikle pazar havası yok, ortalarda bir gün muhakkak, ya salı ya çarşamba. Çıt yok etrafta, kaynayan suyun taşmasıyla sönen ocak sayesinde oluyor bu da. Kahve yok, kahve bitmiş, haber bile vermemiş, ben suyu kaynatmışım, gitmiş. Hiç böyle yapmazdı oysa. 

Planlar yapmıyorum, çıplak ayaklarımın soğuktan buz kesmesine aldırmıyorum. O şekilde ne kadar bekledim, aklımdan geçenler nelerdi hiç bilmiyorum. Oysa en çok 'bilmeyi' istiyorum. 

Tükenmekte olan suya biraz daha ilave yapıp çaya dönüştürebileceğimi fark ediyorum. Poşet çaya biraz kaçak çay ileve edip bekliyorum, ellerimle mutfak tezgahına dayanıyorum, halsizim, en çok da kırgınım. 
Fincanın ne kadar harika bir buluş olduğunu düşünürken çayımı koyuyorum, deminden oldukça fazla ekliyorum. Şeker yok, şeker bitmiş, o da haber bile vermemiş, gitmiş. Hiç böyle yapmazdı oysa. 

Döküyorum fincandakileri lavaboya, hiç böyle yapmazlardı oysa. Zaten onu bir daha özlememe kararını da böyle bir gecede alıyorum.  

Boğazıma bir yumruk yemiş gibiyim o günlerde. İlk ido saatine kadar oturuyorum.

Rüya (23 Aralık 2011)


Hayatının en güzel rüyasını gördün dün gece. Hiç haberi olmadan sevdiğin O adam yanıbaşındaydı. Üç buçuk yıldır o’na benzeyen kimi görsen kalbin sıkışır, kulaklarında o şarkı yankılanır, canın yanardı. Artık acı çekmiyordun.
   Hayalinde bile erişemeyeceğin bir hayatı yaşıyordun onunla. Hiçbir şey anlatmadın ve sormadın o’na. Birlikte uyandınız. Nasıl oldu anlamadın ama biranda orada beliren uzak akraban iki bira getirdi size. Birer yudum aldınız.
Biranın dibinde ikiye bölünmüş bir limonun yarısını gördün. Fizik kuralları bir yerlerde hata olduğunu anımsattı sana. Canın sıkıldı bu duruma, yutkundun.
 
Tüm bu süre boyunca O hep gülümsedi sana. Sonra da ayaklandı ve ikinci sınıfı okuduğun ilkokuluna bıraktı seni.  Koridor boyunca asılı duran resimlerde hala aynı padişahların hüküm sürdüğünü görünce zafer kazanmışçasına sevindin.

 
Adını bile bilmediğin bir sınava tabi tutuldun burada. O’nu bir daha görememe korkusuyla koşar adım çıktın sınavdan. Okulun gittikçe daralan koridorları yavaşlamana neden oldu. Yerlerde beyaz tebeşirle çizilmiş seksek çizgileri, limonun diğer yarısı 7 numaralı seksek karesinde... O’nun adını mırıldandın, ne yaptığını biliyordun. Koridor genişledi, yerler suyla kaplandı. merdivene geldiğinde mor çerçeveli gözlüğünü taktın. Kapıda O’nun beklediğinden emindin.

 
Nereden geldiğini bilmediğin bir rüzgârla saçların havalandı. Tam iki yıl on bir aydır görmediğin o adam seslendi var gücüyle, ne dediğini duyamadın. Baban son verdi bir mutluluğuna daha, 'kedin doğuruyor' dedi.  Uyandın. Bir yalanla noktalandı her şeyin. Sen yine eksik kaldın.



Müziği sakla


Çay suyu koydum ocağa, ve ne kadar yanlış varsa ortada, kaynamayan suya, demlenmeyen poşet çaya, ağrıyan boğazıma, çayımı şekerli yapan çay kaşığına, beyaz porselen fincana, en çok da kendi kendime, çok anlamsızca yüklendim bugün de...

O var aklımda, uyandı çünkü. Asla büyümez o. Misal sen 23 olmuşsun ama o hep bırakıldığı yaşta. (En çok seni seviyor, o'nu dersine sen götür). Bütün gece uyumadı yine heyecandan. Ben de uyumadım ama sol omzunun uzaklığından...
-Yatmalısın yerine, yarın derse gideceğiz birlikte. Yarın dersi yok, demek ki uyumasına gerek yok, çok açma televizyonun sesini, kendimi duyamıyorum hem ben yine.

''-Senin yüzünden iyice deli sanacaklar beni, hayret bişi..''

Hayret bi'şey gerçekten... Artık bu da sevmiyor beni! Anne?

Kardeşini okula götür, -Yarın dersim yok dedi ya... Olsun sen yine de götür, etkinliklere götür. Down sendromu!

Çay bitti bile, kendime not, bu beyaz porselene daha çok yüklen, ya da en iyisi tek seferde üç poşet çay atma içine...

Ben hasta olmam, öksürmem -sigara içmem çünkü-, seni özlerim, soğuğa dayanamam, çok üşürüm, ben hep üşürüm, sevdiysen hep topuklu ayakkabı giyerim, saçlarımı uzatırım, grip de olmam, sabahları seni uyandırırım -erken kalkarım çünkü-, ekmek bulursak ya da süt, kahvaltı yaparız, inan bana...

Sen o'nu, sevgilini bekle, ben sevmediğin kedilerimle haşır neşir olacağım yine. Şimdilik 4 kedisiyle yaşayan mutsuz bir kadınım, sonraları da 40 kedisiyle yaşayan aynı kadın olarak kalacağım, gelecek planlarım arasında bu da. Tek seferde kaç tanesini kucağımda uyutabiliyorum bakacağım. Burada olup beni bu skor denemesinden kurtarmazsan biran önce, çok canlar yakacağım.

Boğazlarım ağrıyor, tek bir boğazım var oysa, önemi yok, biran önce gelmezsen halüsinasyon görmeye devam edeceğim nasılsa.

Aklımı bir bankta kaybettim, güneşi beklerken üşüdüğümü bilmedim, okyanus sandım karşımdakini de, oysa dönerken nehre son kez baktım. Bakire sahillerde kumlara sorular yazdım, sana...

Müziği kıs, olmaz o kadar uyunmaz, 04:09, kendine gel...
'Şu dağılgan yüreğimi, şu köpüklere imrenen, yüreğimi bir gün yollara atarsam... Bir gün nehir yataklarına dolarsam, korkarım suyumun çoğu senden yana akacak.'

Sana annemden söz etmeliyim. Hiç kimseyi üzmez misin sen? Elbette üzerim, bu yüzden o'nu anlatmalıyım. Sonra da kendimi, ama en çok da o'nu...
'Ama kimse, inandıramaz beni öldüğüne sevgilerin...'

Bütün bunları boşverelim istersen, tam şimdi yola çıksan, ya da dahası yola gelsen?
'İhtimalsiz bir hayal yok ki dünyada, varsa bile yok farzedip yalvarırım tanrıya...'

Müziği kıs! 04:20

Çok hayat temizledim ben otel odalarından, sıkıldım bazı bazı, oturdum buggs bunny izledim. Dantel çoraklar giydim rengarenk. 11-13 arası, yaş arası, saat arası... Alakayı kurabilseydin sana da aşık olurdum, hatta en çok sana şık olurdum.

Anna olarak imzamı bıraktım, notlar bıraktım odalara, incil sayfalarına... Carl Sagan görseydi Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı'nı bana adardı, torununa değil. Oteldeki 'patolojik kız' olmamdan mutluydu birisi. Sahip olduğum sırların beni göründüğünden çok farklı kılıyor olmasından da mutluydu. Öyle ya da böyle göründüğüm gibi olmadığımı bilmek o'nun için güzeldi. sonra beni terk etti, o'nu her gün düşünmüyorum diye, hafif bronzlaşmış orta anadolu erkekleriyle aynı karelerde yer alıyorum diye... Ne acı!

Odalardan yaşanmışlık kazıdım, bazıları çıkmadı, öyle derin izler vardı komodinlerde, hele de aynalarda...
Yağmur yağdı, bütün okyanus uyandı, ben gemiler yüzdürdüm poşet poşet... Poşetten gemi mi olur, kağıttan yapmak lazımdı, ama ben yağmur işlemesin içlerine dedim.

Yıllarca kanıma karışan müzikler dinledim, adamın birini aldım karşıma, dinledim. Sonra o'nu gören bir adamdan o'nu yine dinledim, londra metrosunda... Deliliğini dinledim, benzerliklerini izledim. Syd barrett, gözleri yuvalarından fırlamış... Sonra da çok yaşamamış, ölmüş zaten.

Annem hasta, bu defa çok hasta, o yüzden kediler artık dışarda, ama ben biliyorum kulübeden pek hoşlanmıyorlar. O yüzden geceleri arabanın camlarını açık bırakıyorum, torpido gözüne bayılıyor yavrulardan biri. Sabah yine kıyamet kopacak nasılsa...

Eğer biraz daha beni cevaplamazsan ben yine kötü olacağım, birkaç gün sürecek üstelik bu, canına okuyacağım.

'Denizin dibinde, demirden evdeyim. Sarpa saran bu masalda başroldeyim. Nerede görülmüş böyle alengir? Sonunu ne sen sor, ne de ben söyliyim.'

'Sorma ne haldeyim, sorma ked..'
Müziği kapa! 04:43

Seninle geleceğim, nereye istersen, ne kadar çabuk istersen


Giderayak

Geç beni, diyorum.
Takvimler bundan on ay, bilemedin on yıl sonrasını gösteriyor. Günlerden cumartesi, ilk büyük aşkımdan emekli edilmişim bu ikincisi..

Onca zaman neye kırgındım bilmiyorsun. Kim azıcık gülse yüzüne kapılıp gidiyorsun. 'Bu defa' ile başlayan cümlelerinin vadesi iki günü geçmiyor, sanki 'devren kiralıktır' ibaresi var her birinde. Sanki alıcısı çok, benden başka kaybedeni yok. Sevmediğin bir şarkının diline dolanması gibi, ıslık sesiyle giriyorsun her gün kulağımdan..

Ben iyiydim esasen, diyorum. Bilinçaltı diye bir şey varsa şayet, geçen tüm o zaman boyunca seni oralarda bir yerlerde unutuyorum..

Misal, giriyorum birinin koluna, biraz zaman biraz lafla, ihtiyacım var çünkü o'na..

Sonra, şehirler arası bir yolculukta buluyorum ben seni. Kulağıma çalınan çaresizlikte buluyorum. Adam, 'düzelecek' diyor hattın öbür ucundaki her kimseye.. Ben seni boğuyorum, sen yine de yoksun. Sana yetmeye çalışırken bölünerek azalıyorum. Oracıkta ruhumu teslim ediyorum. Görmüyorsun.

Yorulmuşum artık diyorum, ve tam o sırada bir şarkı kulaklarımda: ''biliyorum güzel bir hayatın olacak bir gün, biliyorum, bir yıldız olacaksın birilerinin gökyüzünde, ama neden, neden benim değil, neden benimkinde değil?'' . Sonra sen konuşmaya başlıyorsun, diyorsun ki 'bu defa'.. gülüyoruz. Devam diyorsun öyleyse, geceleri sırtını seyrettiğim, yüzünü ezberlediğim o adam oluveriyorsun biranda.

Aklımda yapılacaklar listesi var. Arabayı yıkatmam lazım mesela.. Yemek yapmam, buzdolabını doldurmam ve belki bir de kapağı kapanmasın diye araya ayağımı sıkıştırmam lazım. Ödenmesi gereken faturalar var, son kullanma tarihi geçmiş uykularımın. Ha bir de 'hesabı sorulacaklar' diye bir tik atmışım listeye, sürdürülebilir bir ilişki için bu da..

Ne diyorduk, hayat yoğun, yapılacak işler bekler, ben müsaadenle şimdilik toz oluyorum.
-ölüm bizi ayırana dek!

Birazdan, korkmuş gibi yapıp dudaklarından güç alacağım.



23 Kasım 2011 Çarşamba

O'na



Seni asla susturmayacağım! ...ve hayır, hayal kırıklığı rahatsız etmez.

Tavan arası kitapları

Saçları olmayan pilli bebeğinle iki kapılı bir dolaba hapsettin kendini. Karnından tutup bir el hareketiyle ağlattığın bu bebek her defasında yerinizi belli ediyordu annene. 5 yaşındaydın ama sen bunu hiç bir zaman bilmedin.

Ölümünü hızlandıran bir neslin ilk örneğisin. 


İki katlı ahşap evinizin ikinci katından görünen tavan arasını asla keşfedemedin. Ablan yine en güçlü rakibin oldu ve doğuştan eğitimli bedeni her defasında bir adım öndeydi. Uzattığı yardım elini  geri ittin. Merakın, duyduğun korkuya meydan okuyordu, sana söylediği şeyse 'gel ve al beni' oldu. İstediğin kitabı hatırladın ve ayakların küçüldü, başparmağının kanadığını gördün, tırnağın yerinde yoktu.
Konumunu umursamadan her hareketine istediği gibi yön verebilen ablan tahtaların üstünden geçti. Bir balerin edasıyla bunu yapması canını sıktı. Üzüntün, sandıktan çıkardığı sararmış kitabı gördüğünde duyduğun heyecana yenik düştü. Olduğu yerde diz çöküp oturan ablan sana ait olanı yok etmeye başladı. Canın yanıyordu, bir çığlık kopardın. Kimse umursamadı.
Kitaptan geriye kalanları ikinci katın merdivenlerinde gördün. Sarı saman kağıtları yerden toplamak istedin ama kağıdın saman dokusu yüzünden bunu yapamadın.
Kitapla işi biten ablan sandıktan bir yenisini getirdi, O'na karşı duyduğun hayranlık bir gecede nefrete dönüştü, onu asla affetmedin. 

Pink Floyd


Pink Floyd, düşlerini gerçeğe en yakın kılandır.



Martı'yı Öldürdüler

Anlattıkların gerçeklikle olan ilişkisine bir müddet ara verip artık var olmayanı katıyor hayatlarımıza. O’na Martı diyorsun. Nedeni ise sende; diğeri olmadan kendi olamıyor o. Acı mı? Evet, bir parça...
O sabah olan biten her şeye seyirci kalmış olmam da bundan. İşte şimdi de orada duruyorsun, sahilde, güneş tüm resmiyetiyle bulutları aralarken. Daha kaç gün, kaç saat, bilmem kaç ömür sevebilir ve yasını tutabilirsin o’nun hiç kimse bilmiyor. Şimdilik bildiğimiz tek şey Moda sahilinde ‘zaman’ tarafından öldürülmek istendiğin. O yüzden önceliğimiz seni oradan çekip almaktır. Evet, istemesen bile.

Haydarpaşa tren garı... Şubat ayının son zamanları ve söylendiğine göre mevsim normallerinin hakkını layıkıyla veremiyor bu güneşli gökyüzü. Yolcu sayısı ile satılan biletlerin bu uyumsuzluğu gergin olmamın asıl nedeni. Bütün bu kalabalığa gerçekten baktığımda yalnızca birkaç kişiyi görüyorum. Geriye kalan tüm o çürümüşlük ise tek tip kadınlara ait. Kulaklarından çıkarak göğüslerinin arasındaki dar patikada buluşan kulaklıklar ve kulaklarındaki halka metali boğazlarına geçirme arzusu...

Hangimizin daha umursamaz olduğunu basit bir hileyle anlamaya çalışıyoruz. Birbirimizin yüzüne bakmıyoruz, göz teması kurmuyoruz. Ancak biri sırtını dönerse bu delici bakışlara, alabildiğine süzüyoruz onu. Basit olansa bilmemiz gereken, ‘kimseye arkanı dönme yoksa yenilirsin’.

Yavaş adımlarla 13.30 peronuna yaklaşırken sen de buna maruz kalıyorsun. Başını önüne eğdiğin ya da gardiyanlarının aksi yöne baktığın anda... Farkında değilsin tüm bunların, hoş farkında olsan da sorun değil. Sıradan insanların basit kaygılarından oldukça uzaksın, biz ona inanıyoruz. Perona yaklaştıkça adımların yavaşlıyor ve işte şimdi de yön değiştiriyorsun. Montunun şapkasını geçiriyorsun kafana, alenen gizliyorsun kendini ve peronun bize göre sağında, taş duvarın dibinde duran banklardan birine oturuyorsun. Yanındakinden yükselen müzik boğazını yakıyor.

Sende olan şey bitmişliğin resmi, nefes almakta zorlanıyoruz sana bakarken. Kaybetmenin ne demek olduğuna, bildiğin her sözcüğün anlamına ihanet etmesiyle şahit oluyorsun. O’nun bir zamanlar yakışıklı olan yüzü duyduğun şarkıyla ortak olup kulaklarına çarpıyor. Pişmanlıkların için gözyaşı döküyorsun, gözlerin yanıyor. Aslında sen çarpmanın şiddetiyle yanılıyorsun, suyun kandırma kuvveti yoktur.

Gördüğün rüyalar yüzünden kim bilir kaç gecedir uyumuyorsun. ‘O’ olduğuna inandığın, ‘O’ olmasını arzuladığın, ‘O’ yaptığın adamla bu muharebeden sağ çıkamadın. Sandın ki bir gözünü kapalı tutarsan O’nu hep yanında görürsün. Yanıldın.
Beklemek zamanı öldürmenin sancılı ruh ikizi… Bu sancılı dönemde verilen her kararın diğerini yok sayması olağandır. Gardan çıkıp üst geçide adımını attığında karşına dikiliyor O adamın, babanın hayaleti. Sen onu düşlerinde sayısız kere boğdun, kollarında öldürdün. Şimdiyse elini kana bulamadan gerçekleştiğini gördün tüm bunların.

Konuşmadan anlaştın onunla, söylediği şey -gel ve gör beni- oldu, Haydarpaşa Numune’nin morguna doğru yol aldınız birlikte. Acil’den giriş yaptınız, bekleme salonundan çıktınız. Bundan yirmi üç yıl önce anne rahminde geçmiştin bu yoldan. Zamandan çalınmaz bunu biliyorsun, aslında siz yalnızca yolu uzattınız.


Senin için endişelenmeyi doğduğun gün bıraktım. Cilası dökülmüş tahta banklardan birinde adını, bende eksik olanın sende var olmasını, kusursuzluğunu düşündüm. Bir yolunu bulduğunda geri dön. Seni seviyorum.
-Ablan.

Syd Barrett


Brooklyn'de bir adam tanımıştım, sırtındaki Syd Barrett baskılı tişörtünden... Kız arkadaşıyla birlikteyken Londra metrosunda Syd'i gördüğünü anlatmıştı. O'nu anlatmıştı, gözlerindeki deliliği, delirdiğini anlatmıştı... Senenin en büyük üçüncü partisine davet etti bizi, yola koyulduk ama gidemedik. G treni arızalanmıştı, New York'un G noktasında bir sorun vardı.

İnci

All i need to know about life, i learned from my cat.
''variety is the spice of life: one day ignore people, the next day annoy them, and play with them when they're busy.''

Echoes



Her şey mümkün. Kimi zaman ardına kadar açık olduğu halde pencerenin kapalı olduğunu iddia edebiliyoruz böylece, kimi zaman duyuyoruz ama dokunamıyoruz, gerçekten her şey mümkün. Echoes gibi, yani her şey, biliyorsun işte...





22 Kasım 2011 Salı

Zem Zem


Daha şimdiden uzaklardasın.
Gerçekten tam olarak ne istiyorsan onu yapıyorsun, değil mi?
Önemli olan da bu...
Tek kayda değer şey bu!







Zem zem:

İrtifa Kaybı

İstanbul- jfk yolculuğunun rotasını belirledi bu şarkı. Hiç bir pilota ihtiyacınız dahi olmadı.

Eski, mat siyah renkte bir bisikletin yeşil hasırdan yapılmış ön sepetinde O’nun fotoğrafını gördün. Uyandın ve uçak biletinden geriye kalanları kontrol ettin. Midene her zamanki o ağrı girdi. Türk Hava Yollarının TK1 215482 sefer sayılı Airlines’ı… Tam olarak orada bırakmıştın O’nu. Bir yerlerden hatırlıyordun bu ayrılığın hiçbir milliyete ait olmaması gerektiğini.

O uçakta boğdun O’nun bir zamanlar yakışıklı olan yüzünü. Tüm görüntülerini de oraya gömdün. Ölümünü hiçbir inanca yakıştıramadığın için yaptın bunu da. Kimse farkında değildi bu facianın. O’nu son görüşün olmuştu, son kez bu kadar yakın olmuştun, son kez ara vermiştin O’na! Yanında oturan şu sarışın nasıl oluyor da bu kadar duyarsız kalabiliyordu? Ve hele son yarım saattir koridor boyunca kucağındaki bebeğiyle yürüyen bu adama ne demeliydi, gözünün içine bakmışken üstelik!

O’nu tam şu anda bıraktım biliyor musun? Ne düşünüyorsun? Neden benimle konuşmuyorsun?

Kimse kılını bile kıpırdatmıyor, anlamıyorlar! İşte tam da bu yüzden bir gün intihar etmelisin! Saçların dökülüyor yine, canın yanıyor olmalı. Canını yakıyor olmalı O’ndan bu şekilde kurtuluyor olman. Bir fotoğrafın ucundan yanmaya başlaması bu. Küllerine dönüyorsun, yutkunma hiç boşuna.

Ellerim nerede? Parmaklarım olmadan çalamam, notalara basamam, yolumu bile göremem orospu çocukları, göremem! Ben burada ölüyorum.

Ayakların havalandı, henüz hangisinin daha korkunç olduğuna bile karar veremeden parmakların küçüldü ve yumru halini aldı. Annen hatırlatırdı sıklıkla, yumuk yumuk ellerin vardı bundan 23 yıl önce de... Buz kesmiş ayakların vardı.

Yürümeye devam etmen gerek ancak Atlantic daha önce hiç bu kadar korkutmamıştı seni, 19th Street hiç bu kadar uzun görünmemişti. Yetişecek hiçbir yerin yokmuş gibi yürürdün sen, nedeni bu. Şimdiyse gidecek hiçbir yerin yok gibi. Gerçek insanların gerçek dokunuşları var yalnızca. Ha bir de O’nun gülüşünü çalmış olan başkaları… ve kimse bu deliliğe sesini çıkarmıyor. Bu çok normalmiş gibi, her zaman oluyormuş gibi… Orospu çocukları!

Yine yağmur başlıyor, ne zaman küfretsen böyle oluyor, sürekli ve deli gibi yağıyor, kafana kafana çakıyor şimşekleri, gel buraya henüz bitmedi diyor, ben bitti demeden de bitmeyecek diyor.

Sana ait olanı bir hiçliğe bıraktın. Türbülansa girdiniz, O’nun gözlerinin mavisi irtifa kaybetti. 2011 Haziranında uçakta donarak can verdin.

Kar

Cümleni bitir dediği anda başladığımız yere bir daha geri dönemeyeceğimizi anladım. Bu bana tek bir şeyi hatırlattı, hesaplaşabilmek. Var olan tek gerçek o an için buydu. Böğürtlene olan uzak mesafe duruşum da bir başka gerçekti.

Hatırladığım en eski anı kendimi henüz bilmediğim, nasıl biri olduğum ya da olacağım konusunda fikir sahibi olamadığım zamanlara ait. 1993 kışıydı ve Kastamonu'da kar seviyesi 3 metreyi zorluyordu. Bir daha da öyle kar yağmadı zaten. İki katlı ahşap bir evde yaşıyorduk, annem kız kardeşime hamileydi. Kürtaj olacaktı ama gördüğü bir rüya ve doktorun erkek oluşu onu bu fikirden vazgeçirmişti. Utangaç bir kadındı annem ve elbette diğer tüm anneler kadar muhafazakardı. En çok da bizi, çocuklarını muhafaza etmekten haz alırdı. O kış bir anne çocuğunu muhafaza edemedi.
Kar durmak bilmeden yağıyordu, askıdaki çamaşırlar buz tutuyordu, içten içe diyordu ki; hepinizi yutacağım, benimsiniz, bensiniz. 5 yaşındaydım tek istediğim okula gitmekti, kar beni ilgilendirmiyordu ama isteğime engel oluyordu. Daha o gün aramıza bir soğukluk girdi, o günden sonra da kış aylarını asla sevmedim, tıpkı soğuk havaları da benzer bir nedenle sevmeyişim gibi... Verandada oturup kaça kadar sayabileceğimi test ederdim eğer yağmasaydı, daha sonraları yapacağım gibi.

Eskiye ait olanı eskide bırakmak gerektiğini de o gün öğrendim. Babam hatıramda ilk defa o gün yer etti. Yalnızca kış aylarında bizimle olurdu, şehir dışında çalışıyordu. Kahveden çağırdığını düşündüğüm arkadaşlarıyla birlikte göçmesin diye çatımızın karını aktardı. Önemli olan da buydu, sahiden tek gerçek elinizdekileri muhafaza etmekti, başkasına ait olanı değil. Bu yüzden bir evin çatısı göçtü, karın ağırlığına dayanamayıp kendini 2 çocuğun üstüne bıraktı.
Babama ait hatırladığım ilk görüntü çatımızın üstünde olduğu, ikincisiyse karşımızdaki evin çatısının altında olduğuydu. Kucağında 6 yaşında bir oğlan çocuğuyla çıktı oradan, çocuk yaşıyordu. Ablası o kadar şanslı olamadı, onu çıkarabilmek için babam elleriyle karı kazdı uzunca bir süre. İşin aslı diğerleri yetişene kadar, ama yetmedi, yetişemediler. 8 yaşında bir kız çocuğu o gün oracıkta can verdi. Kardeşi o gece bizimle kaldı, gece boyunca ağladı ya da ben uyuya kalana kadar, emin olamıyorum. Vakit yine çok geçti.

Bir başka gerçeğe dönecek olursak, o kız çocuğunun kıyafetleri ölümünden sonra bir torbaya kondu, her neyi varsa o torbanın içindeydi artık, sonra bir daha o torbayı görmedi kimse. Ağustos ayı geldiğinde ve böğürtlenler olmaya başladığında ben gördüm, her yaz yara bere içinde kaldığım, avuç dolusu böğürtlen toplayabilmek için dikenlerine maruz kaldığım o çalılıkların arasında, torbadan fırlamış kıyafetlerini gördüm.  Tüm bu anlattıklarımdan sonra şunu da hemen belirtmeliyim ki bir daha oradan ya da başka herhangi bir yerden böğürtlen toplamadım. Aynı ağustos aynının sonlarına doğru, sürekli tek bir noktaya bakan, tavan arası sandığına asla uzanamayan 1/A öğrencisi oldum.


Dinleme Önerileri: